ARTIK O DA BİR KARGAYDI
İnsanlar çalışıyordu Altınova’da. Kolları sıvalı, alınları terli, elleri kocaman,
yüzleri mert. Bazen işlerine ara veriyor, dinleniyorlardı. Kasketlerini yukarı kaldı-
rıyor, gülümsüyorlardı.
Salt yorgunluktan değildi, yaptıkları hareket. Sevdiklerinden de yapıyorlardı.
Onlar baharı, güneşi, çiçekleri seviyorlardı. Masmavi gökyüzünü, tohumu, topra-
ğı. Bir de bülbülü. Altın sesli bülbülü delicesine seviyorlardı.
Altınbülbül, hele bir şakımaya başlamasın, ovada çalışanlar işlerine ara veriyor,
ahenkli sesi dinliyorlardı. Özlerini, mutluluğu yansıtıyordu ötüşü. Kalbin en
derin yerlerine işleyen nağmeleri okuyordu bülbül.
Ormanda doğmuştu bülbül. Dev ağaçların yükseldiği bir dağın yamacında.
Ağaçların hışırtısını, rüzgârın fısıltısını, fırtına uğultusunu, yağmur şırıltısını duymuş,
onların konuşmalarını nağmelerle dile getirebilme yetisini kazanmış, “Altınbülbül”
adını hak etmişti.
Arp gibi tatlı öterken insanlara dağların, ormanın, rüzgârın gizini müzikle söylüyordu.
O, aydı; o, güneşti. Mutluluktu.
Gece gündüz demeden ötüyor, bülbülvari bir yaşam sürdürüyordu. Altınbülbül
olduğundan kıvançlıydı, mutluydu.
insanlar ise Altınbülbül’ü dinleme olanağı bulduklarından mutluydular.
Altınbülbülü salt türkü yakan bir kuş sanmayın. Kendine yem bulmak, yuva
sahibi olmak zorundaydı da aynı zamanda. O da koşuyor, yem arıyor, kendisine
barınak bulmaya çalışıyordu. Acele ile bir iki solucan, buğday tanesi buluyor, güçlük
çekmiyordu. Yer yemez bir ağaç dalına tünüyor, başlıyordu türküsüne. Geceyi
ise ayın parlak ışınları altında, dalda geçiriyordu.
Altınbülbül mutluydu. Yaşadığı ortamdan, bülbül
oluşundan. Çalışan insanlar için türkü yakmayı her
şeyden çok seviyordu. O nedenle sık sık: Ahhh! diyordu.
Daha çok ötebilsem, diye yakınıyordu.
işte böyle yakındığı sırada, ağacın daha üst
dallarında ilkin hışırtı, ardından kalın, boğuk bir
ses duydu:
– Bülbül, ne derdin var?
– ...
– Ben sana yardım edebilirim.
Altınbülbül başını kaldırdı. ilkin yeşil yapraklardan, gölgeden bir şey fark edemedi.
– Kimsiniz, diyebildi ancak.
– Ha... ha... ha... Bülbüllerin dostu kargayım ben. Gelene geçene yardım ederim,
hele bülbüllere.
Yapraklar, dallar hışırdadı. Koskoca bir kara leke uçtu. Geldi, bülbülün durdu-
ğu dalın karşısına kondu. Altınbülbül ilk kez dikkatle baktı yeni komşusuna.
Kendisinden kat kat büyük, iri yarı, tüyleri kara, gagası iri bir kuş gördü. Demek
karga buydu.
– Gak! Demin kendi kendine konuşurken istemeden de olsa dertlerini, kaygıları
nı duydum, üzüldüm. Çok üzüldüm.
Altınbülbül susuyor, yarı şüpheyle bu davetsiz konduğu süzüyordu.
– Bülbül kardeş! Birkaç gündür dinliyorum. Çok güzel sesin var. Büyülendim.
– Teşekkür ederim, diyecek oldu Altınbülbül.
– Aaa! Ne alçak gönüllü şeysin sen!
Gerçekten de alçak gönüllüydü bülbül. Nasıl olmasın? Zaten dünyada iyiler, yi-
ğitler, sanatçılar alçak gönüllüdürler. Hele yüreği sevgi dolu bülbülün alçak gönüllü
olmasından daha doğal ne olabilir?
Küçük kahramanımızın yüreğini ilk olarak bülbüle yaraşmayan fena duygu
kapladı. Bir değişik duygu: Gurur ve kendini beğenmişlik. Kargaya yanıt verecek
yerde açtı ağzını, şakrak mı şakrak öttü.
Kara karga taşı gediğine koymakta gecikmedi:
— Hele senin, dedi, bülbül kardeş, senin gibi bir sanatçının, güçlü sesin güçlükleri
olsun! Akıl alacak iş değil. Sen ki sesinle ormanı çınlatıyor, dertli gönülleri
sevindiriyorsun.
— Öyle işte, diye tasdikledi bülbül.
— Hayır. Bu, benim karga aklımın alabileceği iş değil. Ne olacak işte, yalan
dünya. Bir Altınbülbül’ün sorunlarını halledemedikten sonra sana ancak yalan
dünya derim. Yakıştıramıyorum sana yapılanları. Haksızlık, büyük haksızlık.
Altınbülbül, kara dostunu dinliyor, başını sallayarak tasdikliyordu. Gerçekten
de kendisi gibi bir bülbüle yapılanları yakıştıramıyordu. Hadi kendisi yanılabilirdi
diyelim ya bu akıllı karganın da hak verişine ne demeli?
Bülbül kardeş, diye söze başladı yüreği kara karga. Ah bülbül kardeş. Seni dinlerken
ağlayacağım geldi. inan, senden utanmasam gözyaşlarımı tutamaz, hüngür
hüngür ağlardım şimdi.
— ...
— Sesinle insanları mest et, ormanı, ovayı güzelleştir. Kendileri için en güzel
türküleri yaktığın insanlar Altınbülbül’ü umursamasınlar. işte söz. Gel, benim yanı
mda çalış, dedi karga.
— Olur mu ki, dedi bülbül.
— Nasıl olmaz? Sen salt benim için öt. O da benim dediğim zaman, dile benden
ne dilersen. Ekmek elden, su gölden. Dilediğin her ağaçta; çamda, meşede yuvanı
ben hazırlarım. Altınbülbül’e layık yuva benden. işte, bülbül kardeş. Dile benden
ne dilersen. Senin değerini karga olan ben bilirim.
Bin dereden su getiren karga, Altınbülbül’ü inandırdı. Büyük sanatçı, eşsiz ses
üstadı olsa da Altınbülbül bir kuştu yine de. Aklı bir kuş aklıydı sadece.
işte böyle kuruldu karga ile Altınbülbül arasındaki ilişki. Daha doğrusu ortaklı
k. Günlük kimi sıkıntılar uğruna, Altınbülbül en değerli varlığını, şen şakrak ötüşünü,
dolayısıyla özgürlüğünü kargaya sattı.
Karga verdiği sözleri yerine getirdi. Ona en yüksek ağaçlarda yuvalar kurdu.
Bülbülün bir dediğini iki etmedi. Hatta söylediğinden fazlasını verdi. Yuvası kuş
tüyündendi, eli altında istediği kadar yiyecek vardı. En âlâ solucanları getiriyor,
onlarla besliyordu.
“Gerçekten de çok iyi şu karga?” diye düşünüyordu yuvasında uzanmış, yiyip
içerken Altınbülbül. “Üstelik dediği dedik. Arkadaşını besliyor. Prensip sahibi de.
Değerimi nasıl da anladı. Anlamıyorum niçin sevmiyorlar kendisini. Hâlbuki dürüst,
lafı sözü yerinde!”
Artık pek uçmuyor, şen şakrak ötmüyordu. Bütün gün, bütün gece yan gelip
yatıyordu. Ne çıkan dolunay ne de güneşin altın ışınları kendisini cezbediyordu.
Ovada işleyen, tenleri güneşten yanmış insanlar Altınbülbül’ün belirerek şen şakrak
ötüşüyle kendilerini dinlendirmesini boş yere bekliyorlardı.
O küçük kuşun güzel sesi yüreklerine su serpiyor, dertlerine derman oluyordu.
Kimi anlarda, çok seyrek de olsa, Altınbülbül kargadan izin alarak biraz ötüyordu.
Sahi, karganın amacını anlatmadık. Kara tüylü karga, boşu boşuna Altınbülbül’e
yanaşmamıştı. Kin vardı içinde uzun yıllar biriken. insanlara, bülbüllere karşı.
Kaçmak... Ne korkunç şeydir kaçmak. Her kaçışında bülbüllere lanetler yağ-
dırmış, insanlara kin duymuştu. Yere batsın bülbüller. Kökleri kazınsın dünyada.
Belki o zaman insanlar kendisini taşlamaz, hatta ona hayranlık bile duyabilirlerdi.
Oldum olası kargalığını yüzüne vurmuşlardı. Hiçbir yerde rahat bırakmamışlardı,
hakaretlerin en ağırını yaşatmışlardı. Öterken kulaklarını kapatıyor, çocuklarsa
onu taşlıyorlardı. Bu yetmiyormuş gibi tarlalara oluklar koymuş, kahramanı
mız kargayı canından bezdirmişlerdi. işte bunlar, kara karganın yüreğine işlemiş,
o da insanla bülbülü düşman bellemişti.
Yine de fırsat buldukça dallarda ötüyor, yeteneksizliğini, karga olduğunu kabul
etmeyi hakaret sayıyordu.
— Gak... Gak... Gak! diye öterken “Görürsünüz siz insanlar” diyordu içinden.
“Bülbülünüzü de dinlettirmem size. Sonunda onu benden de beter bir karga yaparı
m.” diye ant bile içmişti. Beceriksizlerin elinden, bir tek kötülüktür bol bol gelen.
Altınbülbül artık yan gelip yatıyordu. Ancak karga dileyince, onun şerefine ötüyordu.
Karganın bestelerini okuyordu. Kara karga ise kanatlarını birbirine çırparak
onu alkışlıyordu.
— Bravo! Bravo! Eşsizsin sen dostum. Sesine kimse yanaşamaz. Bravo!
Altınbülbül kibirleniyor, hafifçe başını eğiyordu ve zaman geçirmeden karganın
getirdikleriyle çöpleniyordu. Aşırı beslenmekten, çalışmamaktan irileşmiş; hemen
hemen karga kadar büyümüştü.
Uzun zaman sürdü ortaklık. Fakat her şeyin sonu vardı ve tabi ki bu çıkar
dostluğunun da.
Sonunda iş başa düştü. Altınbülbül kendisi yem aramak zorunda kaldı. Uçarken
eski, renkli dünyayla karşılaştı. Güzel bir koruda, insanlar pikniğe çıkmışlardı.
Çocuklar oynuyor, büyükler ise o eskiden delice sevdiği insanlar, çimler üzerine
serdikleri örtülere oturmuşlardı. Bülbüllüğünü yitirmiş olan Altınbülbül, efendisi
kargayı bekliyordu. Ötmek için ondan izin alacaktı.
Bir ulu çınarın dallarında, tanıdık bir ses geldi kulağına:
— Bravo! Gak... Gak!
Karga kanatlarını çırpıyor, öten bir başka bülbüle yağcılık yapıyordu.
Kader. Altınbülbül kendi yazgısını kendisi yazmıştı. Rahatlık için sesini, özgürlüğ
ünü, yüreğini, sevgisini vermişti; iyi olan her şeyini.
Ölmekte olan her varlığın son çırpınışıyla bir dala kondu, olanca gücünü topladı.
Yine bülbül, eski Altınbülbül olarak şen şakrak ötecekti.
Boğulacak gibiydi. Halbuki eskiden ne rahat, ne şakrak öterdi. ilkin boğazından
bir hırıltı, ardından daha belirgin bir ses çıktı.
— Gak!... Gakkk!... Gak!
Altınbülbül olanca gücünü toplayarak bülbül gibi ötmeye çalıştı ama ancak
karga sesi çıkarabildi. Ardı arkası kesilmeyen gak’lar çınlıyordu koruda. Ağaç altı
nda oynayan çocuklardan biri yerden bir taş aldı, Altınbülbül’ün konduğu dala
fırlattı. Taş, artık tam bir karga olan bülbülün başı üstünden uçtu. Ürkerek sustu.
Kanatlarını çırparak havalandı:
— Gak... Gak... Gak! diye öterek.
Artık o da bir kargaydı.
Avni ABDULLAH
www.dersturkce.com
2024