DENEME TÜRÜNDE ÖRNEKLER
Nurullah Ataç(DİLİMİZ HAKKINDA DÜŞÜNCELERİ)
Dilimiz, konuşma dilimizden çok yazı dilimiz, yıllardan beri, yüzyılı aşkın bir zamandan beri durmadan değişiyor. Değişmesini bir dileyen oldu bir buyuran oldu diye değil, değişmesi gerektiği için, değiştirmek zorunda olduğumuzdan, içimizden duyduğumuz için değişiyor. Elimizdeki dille, dünden kalan dille, istediğimizi söyleyemediğimiz, istediğimiz gibi söyleyemediğimiz için değişiyor. Bu değişme, bir bakıyorsunuz hızlanıyor, çok kimseleri şaşırtacak, başlarını döndürecek kadar hızlanıyor; bir bakıyorsunuz ağırlaşıyor, artık duracak sanıyorsunuz. Ama durmuyor. Durdurmak kimsenin elinde değil; durdurabilsek, çoktan durduracaktık. Yazarlarımızın çoğu ta başlangıçtan beri, bu değişmeye sinirleniyor, bu değişmeyi istemiyor. Kimi öfkelenip bağırıyor. Sonra öfkeleneni de, eğlenip alay edeni de değişmeye uyuyor, dilini değiştiriyor, bir gün önce istemediği yeni dille yazıyor.
Türkçe'de, yazı dilimizden Arap dilinin, Fars dilinin kurallarına göre kurulmuş isim, sıfat takımlarının, nasıl kaldırıldığını bir düşünün. Yazarlarımız, en ünlü yazarlarımız, karşı koymak için neler yapmadılar! "Terkipler kalkarsa Türkçe yazı yazılamaz... Dilimiz çirkinleşir..." dediler:
Genç Kalemciler'e ters baktılar, saldırdılar. Genç Kalemciler'e yenildi, bozuldu, ezildi sandık. Bir de baktık ki onların dediği oluvermiş, terkipler ortadan kalkıvermiş. Dilimize bir güzellik verdikleri söylenen o terkipler bize bir çirkin görünüverdi!
O kelimeleri atacak olursak birbirimizle anlaşamıyacakmışız; yeni kelimeler uydurma imiş, kimse bilmiyormuş. Doğrusu, biz eski kelimeleri bilmiyoruz da asıl yeni kelimeleri biliyor, asıl onları anlıyoruz. Bunu görmek istemiyorlar.
Yazarlarımızın çoğunun yeni dile karşı koymaya kalkmalarının dil için de, o yazarlar için de büyük bir kötülüğü oluyor. Dil için de kötülüğü oluyor, çünkü yeni dil, yazarların, yani kendisini asıl kullanacak kimselerin payı olmadan kuruluyor; bu yüzden birtakım zevksizliklerin önüne geçilemiyor. Yazarlarımız için kötü oluyor, çünkü yarın onlar küçük düşecekler. Bu dili ister istemez kullanacaklar, daha doğrusu isteyerek, ötedenberi istediklerini sanarak kullanacaklar.
Bunun böyle olacağına hiç şüphemiz yok. Çünkü bu iş şunun bunun istemesiyle, buyurmasıyla olmuyor; bu iş yüz yıldan beri bütün ulusun buyurmasıyla oluyor. Türk topluluğu yeni bir dil arıyor, istediğini istediği gibi söyleyecek, kafa dili olabilecek bir dil arıyor. Yazarların buna karşı koymaları değil, bunu anlayıp o dilin kurulmasına çalışmaları gerekir.(alıntı)
Nurullah Ataç |
Doğru ile Yalan Her doğruyu söylemeye gelmezmiş, birtakım doğruları yaymamak, çokluktan, kamudan gizlemek gerekmiş... Peki ama, bir doğruyu söylemek, gizlemek, yayılmasını önlemeğe çalışmak o doğrunun yerinde duran yalanı sürdürmek demektir. Yalanın yalan olduğunu bilerek sürmesine bırakmaya hakkınız var mıdır?... Bu yalanlar kutsalmış, onlara dokunmaya gelmezmiş... Bir şeyin yalan olduğunu anladık mı kutsallığına inanmıyoruz demektir; bunun için "kutsal yalan" sözü bir şeyin hem köşeli hem de yuvarlak, hem katı hem de biçimsiz olduğunu söylemek gibi bir saçmadır. Ama duygularını birer düşünce saymaktan çekinmeyenler böyle saçmalarla kolayca bağdaşabiliyor. Birtakım doğruların gizlenmesi gerektiğini ileri sürmek eski kibarlık, asillik (aristocratie) -aristokrat- düşüncenin bir kalıntısıdır. Bir yanda büyükler, kibarlar, damarlarında mavi kan akanlar var, onlar doğruları bilirler, onların bilmesinden bir kötülük gelmez; ama küçüklere, kibar olmayanlara, kölelere sakın açmayın!... Öyledir kişioğlu: kendisi için ille birtakım ayrıcalıklar ister. Eski acunun kibarlığı, aristokratlığı yıkıldı ama onun yerine aydınlar türedi... Bir kişi olarak ilk ödevimiz, yalan olduğunu anladığımız düşüncelerden benzerlerimizi yani bütün kişileri kurtarmaya çalışmaktır. "Ben bunun yalan olduğunu biliyorum, ben buna inanmıyorum, ama kamunun bu bağlar altında kalması, onun anlamaması daha iyi olur." diyen kimse, öğrendiği anladığı doğrulara layık olmayan kimsedir. İnandığı bir şey yoktur onun: Bir şeyin ne doğru olduğunu düşünür, ne de yalan olduğunu. Ancak kendisini düşünür, büyük görmek için bir yol arar. |
Her doğru söylenebilir, her doğru söylenmelidir, yoksa çevremizi aldatıyoruz, çevremize yalan yayıyoruz demektir.
GÜNLÜK YAZI TÜRÜ ÖRNEKLERİ
Cuma, 5 Mart 1920
Bugün öğleye kadar evde uyudum. Sonra sokağa çıktım. Arkadaşlardan diş tabibi Şevki Bey’le Cafer, Ömer’i ziyarete gelmişlerdi. Fakülteye götürdüğümüzü söyledim. Oraya gittiler.
Cumartesi, 6 Mart 1920
Öğle üzeri fakülteye gittim. Doğru Ömer’in odasına girdim. Bitap yatıyordu. Elini elime aldım. Ter içindeydi. Burnunun delikleri kararmış gibiydi. Nefesi de intizamsızdı. Hizmetçi kadınlara sordum. Gece çok sayıklamış, “Burası hastane değil, tımarhane… Ben Canip’e gideceğim!” demiş. Dalgındı, “Ömer! Ömer!” diye seslendim. Gayet fersiz gözlerle bana baktı: “Tanıdın mı?” dedim. Kendine mahsus çabuk ifadeyle kafasını sallayarak “Canip!” dedi, yine daldı. Kâğıdına baktım: hararet “39,2” şeker litrede 28. Bir müddet bekledim. Sonra tekrar seslendim: “Ömer, konsültasyon günü yarınmış, erkenden gelirim. Artık gideyim mi?” Kafasını salladı “Git, git!” dedi. Yeis içinde ayrıldım. Fakat hâlâ ümit ile doluydum. Çünkü Ömer ve ölüm birbirine tamamıyla yabancı iki şeydi. Eve gelirken deniz kenarında hizmetçime rasgeldim. Bana doğru koşuyordu. “Ne var?” dedim. “Sizi Tıbbiye’den istiyorlarmış. Rıdvan Beyler’de bekliyorlar” cevabını verdi. Soluk soluğa komşumuza gittim. Ortada bir fevkalâdelik vardı. Nihayet anlaşıldı: Ömer ölmüş!…
(Ömer’in Ölüm Hastalığına Dair Notlarım-Ömer Seyfettin, 1947)
28 Aralık Çarşamba
Ocak’ın 29’unda tam on yıl olacak. Ziya Osman Saba’yı karlı bir havada Eyüp’te toprağa vermiştik. Yıllar çabuk mu geçiyor belirli bir yaştan sonra? Çocuklukta günler, haftalar bitmezdi bir türlü. Ama yolun yarısına gelmeye gör, her şey kopuk bir film gibi akıveriyor… Ziya Osman’ı son görüşümde ince bir dosya çıkarmıştı çekmeceden. “Nefes Almak” yazıyordu üzerinde. Yeni kitabıydı. “Ölümümden sonra çıkacak,” demişti. “Haydi haydi,” demiştim, “Okurları o kadar bekletmeye hakkın var mı?” Gülümsemişti. Birkaç hafta sonrasını mı düşünerek. Ben düşünememiştim o günden ötesini. Canlı bir insanın, hele bir dostun, bir sevilenin yok olabileceğini düşleyemiyoruz.
On yıl geçip gitmiş bile. Şiirlerini karıştırıyorum. Bilmeyen, Ziya Osman’ı yaşamı süresince ölümü özleyerek bekleyen biri sanır. Hep ölüm, hep ölüm düşünceleri. O ölümü değil, dünyada bulunamayacak bir çeşit “yaşam”ı özlüyordu.
(Anılarda Görmek)
HİKAYE TÜRÜ YAZI ÖRNEKLERİ
FARE İLE DEVE
Çok eskiden, kendini beğenmiş şımarık bir fare ile, akıllı ve alçak gönüllü bir deve yaşardı.
Bir gün karşılaşıp arkadaş oldular.
Fare:
-Sana kılavuzluk etmeliyim! dedi...Yularından çekip istediğim yere götürmeliyim!...
Deve arkadaşının küstahça teklifine razı oldu. Bir süre gittikten sonra küçük bir dere kenarına ulaştılar.
Devenin diz kapaklarına bile ulaşmayan su, Fare için uçsuz bucaksız bir deniz gibiydi...
-Ben buradan geçemem diye fısıldadı korkuyla...
Deve:-Ne bekliyorsun? diye çıkıştı. Kılavuz önden gider, dal bakalım suya...
-Ama... diye kekeledi Fare, görmüyor musun su çok derin?
Fare mahcup olmuş, boyundan büyük işlere giriştiği için kıpkırmızı kesilmişti...
-Sizin için küçük ama, bana göre çok büyük bir su....diye inledi. Ben artık kılavuz olmaktan vazgeçiyorum. Keşke daha önceden düşünseydim de boyumdan büyük işlere girişmeseydim.
-Evet, dedi Deve, yumuşak bir sesle, herkes kendi haddini bilmeli ve asla aldatıcı gurura kapılmamalı...
BİLGİN İLE KAYIKÇI
Kendini beğenmiş bir gramer (nahiv) bilgini, boğazdan karşıya geçmek için bir kayık kiraladı ve kurumla oturdu yerine.
Kayıkçı, olgun ve alçak gönüllü bir insandı. Hiç ses çıkarmadan küreklere asılıyor, yolcusunu sağ salim karşıya geçirmek ve üç beş kuruş kazanmak istiyordu.
Denizin orta yerine geldikleri sırada Bilgin küçümser bir eda içinde sordu:
-Sen hiç gramer okudun mu?.. dil biliminden anlar mısın?
Kayıkçı:
-Hayır efendim dedi, ben cahil bir kayıkçıyım, dediğiniz şeylerden hiç anlamam.
-Vah vah dedi Bilgin, ömrünün yarısı boşa geçmiş!..
Böyle bir süre ilerledikten sonra rüzgar şiddetini artırmaya, dalgalar büyümeye başladı. Denizde fırtına çıkmış, Bilgin korkmaya başlamıştı.
Kayıkçı olağanüstü bir güçle kurtulmaya, sağ salim karşı kıyıya geçmeye çalışıyordu. Gördü ki artık kurtuluş ümidi yok, Bilgine dönüp sordu:
-Efendim, yüzme bilir misiniz?
Bilgin:
-Ne yazık ki bilmiyorum diye inledi.
O zaman kayıkçı:
-Vah vah dedi, şimdi ömrünün hepsi boşa gidecek! Keşke gramer bileceğinize benim gibi yüzme bilseydiniz de canınızı kurtarsaydınız.
TİLKİNİN TAKSİMİ
Arslan, kurt ve tilki arkadaş olmuş, avlanmaya çıkmışlardı. Akşama doğru bir yaban öküzü, bir dağ keçisi, bir de semiz tavşan yakaladılar. Avlarını sürükleyerek ormana getirince kralarslan kurda dönüp:
-Bunları, aramızda adaletle taksim et bakalım! diye emir verdi.
Kurt:
-Padişahım,dedi,yaban öküzü en büyük av olduğu için size layıktır. Keçi orta boyda, orta irilikte, o da benim olsun. Tilki de tavşanı alsın.
Arslan, kurdun taksimine şiddetle karşı çıkıp:
-Sen kim oluyorsun da ben varken pay istiyorsun? diye kükredi.
Bir pençe ile kurdu yere yıkıp parçaladıktan sonra tilkiye döndü:
-Haydi, dedi, avlarımızı bir de sen taksim et!
Tilki yüreğini dolduran korkuyu gizlemeye çalışarak:
-Aman efendimiz dedi, pay etmekte neymiş? Bu semiz öküz sizin kuşluk yemeğinizdir, keçiyi gün ortasında yer, akşama doğru da tavşanla kendinize ziyafet çekersiniz!
Arslan, tilkinin taksimini pek beğenmiş, yüzü gülmeye başlamıştı.
-İşte adaletli bir taksim böyle olur diye mırıldandı. Bu çeşit pay etmeyi kimden öğrendin sen?
Tilki başını çevirip yerde yatan kurdu gösterdi:
-Padişahım, dedi, tabi kurdun halinden...
Arslan bu cevaba daha çok memnun oldu.
-Aferin dedi, alçak kurttan ibret aldığın için avların üçü de senin olsun!
Evet, akıllı kişi odur ki çekinilen belada dostlarının ölümünden ibret alır ve nerede, nasıl davranması gerektiğini bilir.
Sen aklın ve kurnazlığınla hem canını kurtardın, hem de avların tümüne sahip oldun.
Haydi afiyetle ye.
DEVECİ İLE FİLOZOF
. Çöllerde avare dolaşan bir filozof, devesi ile yolculuk yapan bir köylüye rastladı. Nereden gelip nereye gittiğini öğrendikten sonra, devenin iki yanına sarkmış çuvallarda neler olduğunu sordu.
Köylü:
-Onların birine buğday,diğerine kum doldurdum...diye cevap verdi.
Filozof:
- Buğdayı anladım ama, kumu niçin doldurdun? diye sorunca Köylü:
-İkinci çuval boş kalsaydı denge bozulurdu! dedi. Filozof gülmeye başladı:
- Denge sağlamak için buğdayın yarısını bir çuvala,diğer yarısını da öbürüne doldursaydın herhalde daha akıllıca davranmış,zavallı devenin yükünü de azaltmış olurdun dedi.
Köylü şaşırmış, bu bilge adama hayranlıkla bakmaya başlamıştı.
- Sen, dedi, padişah yahut vezir olmalısın! Bu kadar akılancak onlarda bulunabilir.
- Hayır dedi filozof, ben ne padişahım, ne de vezir.
- Öyleyse dükkan sahibi zengin birisin...
- Ne gezer, cebinde mangırı bile olmayan bir adamım ben! Bunca bilgi ve hikmetin karşılığı olarak elimdeki şu deynek ve hırpani kıyafetlerimle gezip duruyorum çöllerde...
Köylü bu cevap karşısında hiç memnun olmamıştı:
-Çekil git yanımdan! diye bağırdı. Senin bilgi ve hikmet dediğin şeyin bir faydası bulunsaydı,önce sana yarardı.
Torbamın birinde kum, diğerinde buğday olması, senin içi boş bilgi ve felsefenden çok daha iyidir!.
FİL YAVRUSU YİYENLER
. Akıllı bir adam yolcu-luğa çıkacak arkadaş-larına:
"-Geçeceğiniz ormanda bir çok tehlike var dedi. Karnınız acıktığında sakın kuvvetsiz ve semiz olduklarına bakıpda fil yavrularını avlamayın, anneleri pusudadır ve evlatlarına zarar verildiği anda amansız bir düşman haline gelirler!.. Öğüdümü tutarsanız iyiliğe kavuşursunuz.
Arkadaşları teşekkür edip ayrıldılar. Ormandaki yolculukları pek çetin geçti. Bir süre sonra, karınları acıkmaya, susuzluktan dudakları kurumaya başladı.Tam o sırada yapayalnız dolaşan güzel bir fil yavrusu gördüler. Verilen öğütleri unutup hırsla saldırdılar. Yavru fili yatırıp kestiler ve etinden kebap yaptılar...Kısa zamanda derin bir uykuya daldılar. Aç adam ise sürüyü bekleyen çoban gibi uyanıktı.
Akşama doğru kızgın bir fil çıkıp geldi. Korkuyla kendine bakan uyanık ve aç yolcunun etrafında üç kere dolanıp, ağzını üç kere kokladı. Onda yavrusunun kokusunu alamayınca uyuyanların ağzını koklamaya başladı. Evladını kebap edip yiyenleri tanıyınca, birer birer havaya kaldırmaya ve hırsla yere çarpıp öldürmeye başladı. Geride sadece yavrusunun etinden yemeyen akıllı ve uyanık adam kalmıştı. Anne fil ona hiç dokunmayıp ormanların derinliğine çekilip gitti...
İşte böyle... "Kibir, hırs ve şehvet kokusu da fil yavrusunu yiyenlerin ağızları gibi kokar durur. Bu yüzden dualar kabul olmaz ve insan bin türlü bela ile karşılaşır...
En iyisi bilge insanların öğüdünü tutup, ağızları ve gönülleri kokutmamak, öyle değil mi?.
TAVŞANIN OYUNU
Ormanlar kralı dehşetle kükrüyor, karnını doyurmak için kendinden güçsüz hayvanları avlamaya devam ediyordu. Ondan kaçıp kurtulmak çok zordu.
Günlerden bir gün ceylanlar, tavşanlar, dağ keçileri, zürafalar ve diğer hayvanlar toplanıp bu kötü gidişin önüne geçmek istediler.
Topluca Arslanın huzuruna çıkıp:
-Efendimiz dediler... Biz aramızda anlaştık. Hergün ölüm korkusu çekmektense içimizden birinin gönüllü olarak kurban olmasına razı olduk. Böylece siz hiç yorulmayacaksınız, avınız ayağınıza kadar gelecek, bizde sıra kendimize gelinceye kadar korkudan uzak yaşayacağız.
Kral Arslan bu teklife razı oldu.
Nihayet aradan günler geçti ve kurban olma sırası tavşana geldi. Zavallı uzun kulak ölümden çok korkuyor, kendi ayağıyla gidip arslanın pençeleri arasında can vermeye bir türlü razı olmuyordu. Birden aklına parlak bir fikir geldi. Ormanda oyalanıp gidişini geciktirdikten sonra huzura çıktı. Arslanın karnı acıkmış, sinirleri gerilmişti.
-Niçin bu kadar geç kaldın? diye bağırdı.
Tavşancık boynunu büküp:
-Hiç sormayın efendim dedi, yolda gelirken başka bir arslan gördüm, Kral'ın kendisi olduğunu söyleyip size olmadık hakaretler savurdu, elinden güçlükle kurtuldum...
Kral arslan daha çok sinirlenmişti.
-Kim bu küstah! diye kükredi. Galiba kanına susamış...Gideyim ve cezasını vereyim onun...
Tavşan önde, Arslan arkada yola düştüler. Bir süre gittikten sonra derince bir kuyu başına ulaştılar.
Tavşan:
-İşte size hakaret eden yalancı Kral bu kuyu içinde efendimiz!... dedi.
Arslan kuyuya eğilip bakınca su üzerine akseden kendi şeklini gördü. Bağırıp çağırmaya başladı. Sudaki akside aynı şekilde bağırıp çağırınca kendinden geçip hırsla atıldı ve bir anda kendini buz gibi suların içinde buldu... Küçücük bir tavşan tarafından aldatıldığını farkettiğinde iş işten geçmişti.
Makale Örnekleri - Kısa Makale Örnekleri
Dil Ve Anlatım
Elbette abartıldığı sürece utanma duygusu zarar verebilir. Ancak bilimadamlarının son dönemde yaptığı çalışmalar utanma duygusunun hayvanlarda olmadığı gerçeğini ortaya çıkardı. Peki bu durumda sadece insanlar utanma duygusuna sahipse ve hayvanlar değilse aklımıza iki soru hemen geliyor. Acaba utanma ve ar duygusundan yoksun insanlar hangi kategoriye girecek. Daha da enterasanı utanma duygusu olan bir hayvan olursa onun da yeri konusunda tartışmalar olacaktır. Heralde tüm halkının toplam utanma duygusu bir milletin medeniyet seviyesi ile doğru orantılıdır diye bir hipotez ortaya atılsa ispat edilmeye değerdir. Elbette tüm Dünya medeniyetlerinde sürekli renkli cam ekranında yahut aynı doyumsuzlukla ve arsızlıkla DÜnya nın tüm güzelliklerini zedelemeye çalışan tabir yerinde ise midesi dilate yani normalden bir kaç kat daha büyük mideli kimseler var. Tabi oldukçada çok gibi görünüyorlar. Ama ucuz bir malın milyonlarca satılması gerçeği kaliteli ve pahalı bir ürünün kalitesine zerre kadar etki etmez. Bunların göz önünde olması iyi ve medeni olduklarını göstermez. Ayrıca herkesin sınırsız mal mülk edinme hakkının olduğunu ve bunda kimsenin gözü oladığını söylemeye gerek olmasa gerek. Sorun bu çokluğun nasıl edinildiği. İçinde diğerlerinin mutsuzluğu üzerine kurulu arsızlık var mı? Kimseyi demoralize etmeden söylemek gerekirse adım adım süprizlere açık bir hayatta hiç süpriz olmayacak gibi yaşamak sanırım enterasan bir aldanma. Hele bu hayatta hızlı arsız ihtiraslı yaşama duygusu ne denli doğru bilinmez. Elbette bu tür kimseler için eleştiri bir anlam ifade etmez. Toplumun tembelliği ve değer yargılarının zayıflaması yüzsüz yaşayan ve geçinen doyumsuzların sayısını artırır demek yalan olmaz. Elbette onları eleştirmek bize düşmez. Onlara sorarsanız mutlu olduklarını söyleyecektirler. Mutlu olmasalar yüzsüzlüğe ve doyumsuzluğa nasıl katlanabilirlerdi. Ama onlar içinde kanser edici sorun bu mutluluğu ne kadar devam ettirecekleri kaygısı. Yani ne kadar daha aynı oranda arsız ve doyumsuz bir hayat yaşayarak mutlu olmaya devam edecekleridir. Herşeyin bir başı birde sonu var. Mutluluğunda. Elbette tüm insanlar mutlu olmalı. Ancak mutlu olma egosu yüzünden diğer insanların mutlu olmadığı bir dünya ya bizler ne kadar katkı sağlıyoruz. Tüm bunlardan sonra kendimize durup sormamız gereken soru belkide benim mutluluğum diğer insanların mutsuzluğuna sebep oluyor mu ? Aslında güzel ahlaklı ve vicdanlı yahut utanan yahut doyumlu yada ne derseniz deyiniz bir insan olma diğerlerini mutsuz edermi. İçinde bulunduğu en kötü durumu bile nakit akışına çevirme yeteneği ile övünme ve mutlu olma duygusu ise ne kadar yersiz ve kibirli. Bunun tam tersini yapma ise simyacılık bu günlerde. Elbette hayatın bu kadar kısıtlı irdelenmesi doğru değil. Ama bize yol gösterecek ışıklar yakacak gerçek aydın ve aristokratlar çok olsaydı bunları yazmaya bile gerek kalmayacaktı. Herşeyin geriye çevrilemeyeceği bir ana gelmektense zamanında tedbir almakta fayda var sanırım. Vicdanı rahat vicdanların bu yazıyı okurken yüzlerindeki tebessümü hissedebilmek önemlidir. Bu yazıda bu güzel tebessümlere bir ön yanıttır. Utanma duygusundan yoksun olanlar bakalım bu hayat denilen azgın boğanın sırtında daha ne kadar mutlu olmaya devam edeceksiniz ?
MASAL TÜRÜ ÖRNKELERİ
YİĞİT İLE BABASI
Bir zamanlar yaşlı bir adamcağızın bir tek oğlu varmış. Bu oğlan yiğit mi yiğitmiş. Gözü hiçbir şeyden yılmazmış. Ava çıkmayı da çok severmiş.
Günlerden bir gün delikanlı ormana avlanmaya gitmiş. Gitmiş ama yaşlı babasının içine bir ateştir düşmüş. Bütün gün "Ya aslanın biri oğlumu parçalarsa?" diye düşünmüş durmuş.
Akşam olmuş; genç yiğit avdan dönmüş. Yaşlı adam kuşkularını oğluna anlatmış.
- Seni arslan parçalayacak diye çok korkuyorum. Ava çıkmanı istemiyorum, demiş.
Delikanlı ne kadar karşı çıksa da yaşlı adam büyük bir ev yaptırıp oğlunu oraya kapamış. Oğlan ne bir daha dışarı çıkabilmiş, ne de ava gidebilmiş.
Adam oğlunun canı sıkılmasın diye evin bütün duvarlarını hayvan resimleriyle donatmış.
Zavallı delikanlı çaresiz, bu resimlere bakar avunurmuş.
Bir gün arslan resminin önünde durmuş; eski günleri düşünmüş. Arslan resmine bakıp "Senin yüzünden eve kapatıldım. Hiçbir yere çıkamıyorum. Ne yapsam da senden öcümü alsam?" demiş. Aynı anda da arslanın gözüne bir yumruk atmış.
Ama duvardaki bir çivi eline batmış; canı çok acımış.
Ertesi gün delikanlının eli şişmiş. Ateşlenip yataklara düşmüş. Zavallı o günden sonra bir türlü iyi olamamış. Sonunda da ölmüş.
Babası yaptığı hatayı anlamış.
- Ne yaptım da kadere karşı çıktım? Oğlumu gerçek arslandan korudum; bir arslan resmine yenik düştüm, demiş.
Demiş ama iş işten geçmiş
GEYİK İLE KAPLAN
Geyiğin biri ormanda geziniyormuş. Çok susamış; derenin başına gitmiş. Suya başını daldırınca bir de ne görsün?
Boynuzları çok gösterişli, bacakları ise incecik bir geyikmiş. Koca koca boynuzları hoşuna gitmiş, ama bacaklarını hiç mi hiç beğenmemiş.
Geyik boynuzları ile böbürlenip bacaklarıyla yerinirken arkasında bir kaplan belirmiş.
Kaplan geyiği parçalamak için atılmış. Geyik bu ya; o incecik bacaklarıyla hızla koşup uzaklaşmış.
Uzaklaşmış ama boynuzları bir dala takılınca olduğu yerde kalakalmış. Kaplan da yetişip hemen onu yakalamış.
Beğenmediği bacakları ona iyilik ederken çok güvendiği boynuzları kötülük etmiş.
Zavallı geyik oracıkta ölmüş.
KURT İLE KOYUN
Karakoyun otluyormuş. Bir ara başını kaldırmış. Bir de ne görsün? Çoban da sürü de görünürlerde yok! O sırada aç bir kurdun üstüne geldiğini görmüş. Çok korkmuş. Kurdun gözleri parlıyormuş.
Koyun “Selam" demiş kurda.
Kurt dişlerini gıcırdatmış:
- Selam; sen burada ne arıyorsun? Biliyorsun ki bu dağlar benim. Seni şimdi yiyeyim de gör!
Koyun hemen bir oyun düşünüp kurtulması gerektiğini anlamış.
- Bak, demiş kurda. Ben bu dağların senin olduğuna inanmıyorum. Eğer doğru söylüyorsan bir yatırın türbesine gidelim. Sen orada mezara elini koyup yemin et. Sonra da beni ye.
Kurt içinden "Önce yemin ederim, sonra da onu lokma lokma yerim" diye gülmüş.
İkisi de gide gide bir ağacın altına varmışlar. Sürünün köpeği orada uyuyormuş.
Koyun "Kurt kardeş, işte yatır. Hadi yemin et, demiş.
Kurt yemin etmek için elini kaldırıp ağaca dayamış. O sırada uyanan köpek kurdun üzerine atılıp boğazına yapışmış.
PARMAK ÇOCUK
Vaktiyle yoksul bir oduncu varmış. Karısı ve yedi çocuğuyla bir kulübede otururmuş. Çocukların en sonuncusu minicikmiş. Ona “Parmak Çocuk"adını takmışlar.
Günün birinde parasızlıktan yiyeceksiz kalmışlar. Ne yapacağını şaşıran anne ile baba çocukları ormana bırakmaya karar vermişler belki zengin bir avcı onları alır götürür diye.
Parmak Çocuk onların konuşmalarını duyup ceplerini beyaz çakıl taşlarıyla doldurmuş. Onları birer birer yere atmış. Bu taşları izleyen çocuklar evlerine dönebilmişler.
Anne ile baba çocukları yine ormana götürüp bırakmışlar. Ama Parmak Çocuk bu kez yola ekmek kırıntısı atmış. Ne yazık! Kuşlar kırıntıları yemiş.
Çocuklar korkudan ağlamaya başlamışlar. Parmak Çocuk ağaca tırmanmış. Uzaktan ışığı yanan bir ev görmüş. Gidip kapıyı çalmışlar.
Kapıyı açan kadın "Burası devin evidir. O çocuk yer " demiş. Sonra çocukları yatağın altına saklamış.
Dev eve gelince çocukları bulmuş.
“Şimdi karnım tok. Yarın hepinizi yerim" demiş.
Dev ile karısının yedi tane kızları varmış. Başlarında altın taçları, geniş bir yatakta uyuyorlarmış.
Parmak Çocuk kardeşlerinin takkelerini almış, küçük dev kızların taçlarıyla değiştirmiş.
Sabah olunca dev, takkeli çocukların boyunlarını kesmiş.
Anne kendi kızlarının boyunlarını kesik görünce bayılmış. Dev ise öyle öfkelenmiş ki hırsından uçurumdan yuvarlanıp ölmüş.
Parmak Çocuk ile kardeşleri de kurtulmuşlar.
PERİLER
Bir zamanlar yeni yetişen iki kızıyla dul bir kadın varmış. Küçük, sevimli ve yumuşak bir kızmış ama annesi onu hiç sevmezmiş. Bütün ev işlerini ona yüklermiş. Büyüğü ise annesi gibi kendini beğenmiş biriymiş.
Bir sabah küçük kız su dolduruyormuş. Çeşme başında yaşlı bir kadınla karşılaşmış.
“Günaydın güzel kızım" demiş. “Bana biraz su verir misin?”
Genç kız "Elbette nineciğim" diye karşılık vermiş.
Böylece yaşlı kadına su vermiş. Oysa yaşlı kadın bir periymiş. Peri iyi kıza "Yaptığın iyiliğe karşı sana bir armağan vereceğim. Her söz söyleyişinde ağzından değerli bir taş çıkacak" demiş.
Kızcağız eve dönünce başından geçenleri annesine anlatmış. Kız konuştukça ağzından inciler dökülmüş.
Dul kadın çok şaşırmış. Hemen büyük kızını çeşmeye göndermiş. Kibirli kız bakmış, kardeşinin anlattığı yaşlı kadın yok. Sadece genç bir bayan gelip ondan su istemiş.
Sevgili kızı eve dönünce dul kadın telaşla "Ne oldu bakalım?" diye sormuş.
Kız "Ne olacak; genç bir kadın benden su istedi. Ben de vermedim." demiş ve ağzından yılan çıkmış.
Dul kadın öfkeyle "Bütün kabahat senin!" diyerek küçük kızı dövmüş. Sonra da evden kovmuş.
Kız ağlaya ağlaya ormanda dolaşırken bir prense rastlamış. Kız prense başından geçenleri anlatmış. Perinin verdiği olağanüstü armağanlar prensin gözünü kamaştırmış. Kızla hemen evlenmiş.
Çok mutlu olmuşlar.
SİHİRLİ ÇAKMAK
Genç bir asker savaştan dönüyordu. Yolda bir sihirbaz kadına rastladı.
Kadın ona “Selam asker. Zengin olmak ister miydin?" diye sordu.
Asker “Elbette!" diye haykırdı.
Kadın bu kez “Öyleyse şu çakmağı al" dedi ve uzaklaşıp gitti.
Asker şaşkın ve ürkek, oradan ayrılarak kente gitti. Kendine çok güzel giysiler aldı. Kentliler ona, krallarının hiç kimseye göstermediği dünyalar güzeli bir prensesi olduğunu söylediler.
Asker “Neden hiç kimseye göstermiyor?" diye sordu.
“Çünkü falcılar prensesin bir askerle evleneceğini söylediler. Kral da bunu istemiyor"cevabını aldı.
Asker "Prensesi tanısam iyi olacak" diye düşündü. Gitti; kralın bahçelerinde dolaştı. Ama boşuna yoruldu.
Sonunda kapkaranlık bir gecede elini cebine atınca sihirbazın çakmağını buldu. Onu çıkarıp çaktı. Birdenbire kocaman gözlü büyük bir köpek ortaya çıktı:
“Dile benden, ne dilersen?”
Asker: “Demek bu çakmak sihirli bir çakmak! Bana güzel prensesi getir" diye emretti.
Göz açıp kapayıncaya kadar köpek, uyuyan prenses sırtında çıkageldi.
Asker onu uzun uzun seyretti. Yanağına bir öpücük kondurdu.
Fakat kralın nöbetçileri köpeği takip edip askeri yakaladılar. Kral, askerin asılması için emir verdi.
Prenses durmadan ağlıyordu.
Tam asılırken asker çakmağını çıkardı. Üç kez çaktı. Köpeği meydana çıktı. Yargıçla krala saldırdı. Hepsinin kemikleri kırıldı.
Herkes "Küçük asker, sen bizim kralımız ol. Prensesle evlen " dedi.
Prenses ve asker çok mutluydular. Yedi gün yedi gece düğün yapıldı.
www.dersturkce.com
2024