Hz. Muhammed'in (sav) Eğitim ve Öğretim Metodu
(1/1)
Semavi:
Bu yazı dizisinde sizlerle Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (sav) in uyguladığı eğitim, öğretim, iletişim ve insan ilişkileri metodlarını paylaşacağız inş. İstifa edilmesi dileğiyle...
1. BÖLÜM: TATBİK EDEREK (UYGULAYARAK) ÖĞRETMESİ
Bizzat göstererek öğretmek, Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-'in tâlim ve terbiye usûllerinden biridir. Muhatabın, meseleyi kolayca anlayıp uygulayabilmesi açısından en faydalı metod budur. Amr bin Şuayb'ın dedesinden rivâyetine göre bir adam Fahr-i Kâinât Efendimize gelerek:
- Yâ Resûlallâh! Abdest nasıl alınır, diye sordu. Allâh Rasûlü hemen bir kapla su istedi. Ellerini, yüzünü, kollarını üçer kez yıkadı. Ardından başını meshetti. İşaret parmaklarını kulaklarına sokarak baş parmakları ile kulaklarının dışını, işâret parmaklarıyla da içini meshetti. Sonra da ayaklarını üç kez yıkadı ve:
“- İşte abdest bu şekilde alınır. Bundan eksik veya fazla yapan kimse yanlış yapmış olur.” buyurdu. (Ebû Dâvûd, Tahâret, 52)
Süleyman bin Büreyde'nin babasından rivâyet ettiğine göre bir adam Peygamber Efendimiz'e namaz vakitlerini sordu.
Efendimiz:
“- Bizimle birlikte şu iki günün namazlarını kıl!” buyurdu ve ardından birinci gün beş vakit namazı ilk vaktinde, ikinci gün ise son vakitinde kıldırdı. Daha sonra da:
“- Namaz vakitlerini öğrenmek isteyen şahıs nerede?” diye sordu. O:
- Buradayım yâ Resûlallâh, deyince Allah Resûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem-:
“ - Namazlar, bu gördüğün vakitler arasında kılınır.” buyurdu. (Müslim, Mesâcid, 176)
Sevgili Peygamberimizin, ashâb-ı kirâma namaz kılmayı öğretmesiyle ilgili bir rivâyet de şöyledir.
Sehl bin Sa'd -radıyallâhu anh- anlatıyor:
Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- minber üzerinde ayağa kalkarak kıbleye yöneldi, tekbir aldı, insanlar da kalkıp arkasından namaza durdu. Kur'an okudu, sonra rukû yaptı, insanlar da onunla birlikte rükû yaptılar. Sonra rukûdan başını kaldırdı. Ardından (yüzü kıbleye dönük halde) geri geri gelerek toprağa secde etti, tekrar minbere döndü. Tekrar Kur'an okudu, rükû yaptı, rükûdan başını kaldırdı. Sonra geri geri gelerek toprağa secde etti. Namazı bitirince insanlara döndü ve:
“- Ey insanlar! Bana uymanız ve nasıl namaz kıldığımı öğrenebilmeniz için böyle yaptım.” buyurdu. (Buhârî, Salât, 18; Müslim, Mesâcid, 44)
Yine hac yaptığı esnâda Müslümanların rahatça görüp öğrenebilmeleri için, bir çok rüknü deve üzerinde yapmış ve;
“- Ey insanlar! Hac amellerinin nasıl yapılacağını benden öğreniniz. Bilmiyorum, belki de bu seneden sonra bir daha haccedemem.” buyurmuştur. (İbn-i Hanbel, III, 318; Müslim, Hac, 310)
İbâdetlerin îfâsında bu şekilde örnek olan Fahr-i Kâinât Efendimiz, haramların terkinde de hareketleriyle fiilî bir kıstas ortaya koymuştur. Altın kullanmanın erkeklere haram kılınışını tebliğ ederken parmağındaki altın yüzüğü cemaata göstermiş, onu bir daha takmayacağını söyleyerek parmağından çıkarıp atmıştır. (Buhârî, Eymân, 6)
Peygamberimizin fiilî davranışıyla insanları yönlendirmesine, Hudeybiye Musalahası'nda yaşanan şu hâdise güzel bir misaldir: Kâbe'ye gitmeleri engellenen Müslümanlar, anlaşmadan memnun kalmayarak Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-'in kurbanlarını kesme emrini îfâda yavaş davranmışlardı. Efendimiz Ümmü Seleme -radıyallâhu anhâ-'nın tavsiyesi üzerine eline bir bıçak alarak yüksek sesle “Bismillâhi Allahuekber!” deyip kurbanlık develerini kesmişti. Ashab, Peygamber Efendimiz'in kurbanını kestiğini görür görmez, kalkıp develerini kesmeye koyulmuşlardı. Bu hâdiseyi müşâhede eden Ümmü Seleme -radıyallâhu anhâ-:
– Müslümanlar kurbanlıklara doğru öyle bir sıçradılar ki birbirlerini ezeceklerinden korktum, demiştir. (Buhârî, Şurût, 15; İbn-i Hanbel, IV, 326, 331; Vâkidî, II, 613)
Resûl-i Ekrem -sallallâhu aleyhi ve sellem-, emir ve yasakları tatbik yanında, gündelik işlerde de bizzat uygulamalarıyla rehberlikte bulunurdu. Ebû Saîd el-Hudrî -radıyallâhu anh- şöyle rivâyet ediyor:
Allah Resûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem-, koyun derisi yüzmeye çalışan bir delikanlının yanından geçerken ona:
“- Kenara çekil de (derinin nasıl yüzüleceğini) sana göstereyim!” buyurdu. Elini deri ile et arasına öylesine bir soktu ki kolu tamamen kayboldu ve:
“- Ey genç! Deriyi işte böyle yüz!” buyurdu. Sonra yoluna devam etti... (İbn-i Mâce, Zebâih, 6; Ebû Dâvûd, Tahâret, 72)
Fahr-i Cihân Efendimiz'in tâlim ve terbiye hayatında bu tür örnekler pek çoktur. Zira terbiyede örnek, bütün vâsıtaların en tesirlisi ve başarıya en yakın olanıdır. Örneksiz ve modelsiz bir eğitimde tam olarak başarıya ulaşmak mümkün değildir. Okumak ve öğrenmek için göz ne kadar gerekli ise, aynı âzânın eğitimde de büyük ehemmiyeti vardır. Allah Resûlü'nün mukaddes izinden yürüyen sahabe-i kirâm ve selef-i sâlihîn de eğitim ve öğretim faaliyetlerinde bizzat örnek olma usûlünü tatbik etmişlerdir. Allah dostlarının hayatlarına baktığımız zaman onların, talebelerini hep halleriyle ve örnek davranışlarıyla terbiye ettiklerini, yapılması gerekenleri herkesten önce fazlasıyla yaptıklarını, her türlü yasaktan şiddetle kaçındıklarını müşâhede ederiz. Bugün İslâm'ı insanlara tebliğ ve tâlim vazifesi olanların, “örnek olma” düstûrunu, hizmetlerinin mihveri yapmaları zarûrîdir.
Semavi:
2. BÖLÜM: BASİTTEN, KOLAYDAN ZORA DOĞRU GİTMESİ
İnsan nasıl tedrîcî olarak yaratılıyor ise eğitimi de aynı şekilde olmalıdır. Cenâb-ı Hak bu hususa temasla şöyle buyurmuştur:
“Biz o Kur'ân'ı kısımlara ayırarak indirdik ki insanlara onu (iyice anlayabilmeleri ve kolayca tatbik edebilmeleri için) ağır ağır okuyasın.” (el-İsrâ 17/106)
Gerçekten de Kur'an'ın inzâli, indirildiği toplumun kalbî ve rûhî seviyesine ve bu seviyenin zamanla kaydettiği yükselişe muvâzî bir seyir takip etmiştir. Kur'an'da büyük bir yer tutan geçmiş peygamberlerin ve kavimlerinin kıssaları bile, ilk zamanlarda kısa kısa bildirilmiş, cemiyetin tefekkür derinliği ziyâdeleştikçe bunların hacmi ve muhtevası da artırılmıştır.
İlâhî Kelâm'ın tedrîcen nüzûlünün, terbiye açısından sağladığı faydaları şöyle ifade edebiliriz:
1) İnen âyetleri kolaylıkla okuyup ezberleyebilmek,
2) Bunların mânalarını fazla zahmet çekmeden ve gerektiği şekilde anlayabilmek,
3) Önceden beri kabul ettikleri bâtıl akidelerden, fâsit ibadetlerden, anlamsız âdet ve geleneklerden yavaş yavaş sıyrılıp temizlenebilmek.
4) Mü'minlerin ihlas, takvâ, sabır, yakîn, marifet, muhabbet gibi manevî melekelerini ve ahlâkî fazîletlerini sühûletle geliştirmek.
Kur'an-ı Kerim'de muallimlerin, insanların eğitimiyle alakalı uygulamaları gereken düstürlara da işâret edilmektedir. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“Öğretmekte ve okuyup okutmakta olduğunuz Kitap sayesinde rabbânîler olunuz!” (Âl-i İmrân 3/79)
Buhari, İbn-i Abbas -radıyallâhu anhumâ-'dan bu kelimenin tefsiri ile ilgili; “âlim ve fakîh olan rabbânîler olun!” açıklamasını naklettikten sonra şu ifâdelere yer verir:
“Rabbânî alim, insanlara büyük ilimlerden önce küçük ilimleri öğreten kimsedir.” (Buhârî, İlim, 10)
İlmin küçüğünden maksat, meseleleri açık ve kolay; büyüğünden maksat da meseleleri ince ve zor anlaşılanıdır. Bu sebeple rabbânî âlim, Hz. Peygamber'in uygulamalarında olduğu gibi insanlara mevzuları basitten zora, ön bilgiden gâyeye, müşahhastan mücerrede doğru hareket ederek öğretir. Daha rahat anlamaları, zihinlerine iyice yerleştirebilmeleri için, öğretirken ehem-mühim sıralaması yapar.
Cündeb bin Abdullah -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:
“Biz, Nebiyy-i Muhterem -sallallâhu aleyhi ve sellem-'in yanında bulunan ergenlik çağında bir grup genç idik. Kur'an'ı öğrenmeden evvel imanı öğrendik. Daha sonra Kur'an'ı öğrendik de onun sayesinde imanımız arttı.” (İbn-i Mâce, Mukaddime, 9)
Allah Resûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem-, bu gençlere ve diğer ashabına, ilk olarak manevî terbiyede esaslı bir umde olan imanı öğretiyordu. Sonra Kur'an'ın tâlimine ve ahkâmın tedrisine geçiyordu. Zira iman olmadan, öğrenilecek diğer bilgiler bir mâna ifade etmeyecekti. Bu konuda İbn-i Ömer -radıyallâhu anhumâ- da şöyle demektedir:
“Uzun bir ömür sürdüm; bizden birine Kur'an'dan önce iman nasip olurdu. Herhangi bir sûre nâzil olunca, sizin Kur'an'ı öğrendiğiniz gibi o sûredeki helal ve haramları, bilinmesi gereken hususları öğrenirdi. Sonra insanlar gördüm; onlardan birine imandan önce Kur'an veriliyor, o da Fâtiha'dan sonuna kadar onu okuyor, fakat ne emrettiğini, neleri yasakladığını ve nelerin bellenmesi gerektiğini bilmiyor. Âdi hurmayı saçar gibi onu saçıyor.” (Heysemî, I, 165)
İbn-i Ömer -radıyallâhu anh-, bu serzenişiyle, ilim öğrenmede takip edilmesi gereken metoda dikkat çekmekte, buna riâyet edilmediği zaman doğacak menfî durumlara ışık tutmaktadır.
Hz. Mevlâna, “Çocuklara Kur'an ve sünneti öğretmeye başlamadan evvel ciddi bir edep tâlimi gerekmektedir” derken de bu hakîkate işâret etmektedir. Dolayısıyla yavrularımıza “elifba”yı öğretmeden evvel “elif”in mânasını, Allah Teâlâ'nın, Peygamber'in kim olduğunu ve Kur'an'ın nasıl azametli bir İlâhî Kelâm olduğunu belletmek lazımdır. Önce onların minicik yüreklerini Allah ve Resûlullâh muhabbetiyle doldurmalı, İslâm'ın nezâket, zerâfet ve tüm güzellikleri o temiz kalplere aksettirilmelidir.
Fahr-i Kâinât Efendimiz, sahabe-i kirâma Kur'an-ı Kerim'in hepsini birden öğretmez, bunda da tedrîciliği esas alırdı. Ebû Abdurrahman es-Sülemî de şöyle anlatıyor:
Allah Resûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem-'in ashâbından bizlere Kurân-ı Kerim tâlim eden biri vardı. Bize şu haberi verdi:
“Biz, Peygamber Efendimiz'den on âyet alır, bunlardaki bilgileri ve amelleri öğrenmeden diğer on âyete geçmezdik. Resûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- bize hem ilim hem de ameli (birlikte) öğretirdi.” (İbn-i Hanbel, V, 410; Heysemî, I, 165)
Peygamber Efendimiz'in bu uygulamasından, öğrenilen bilgileri hazmedep içimize sindirebilmek için teennîye dikkat edilmesinin luzûmu açıkça anlaşılmakta ve amelsiz ilmin bir fayda sağlamayacağı gerçeği ortaya çıkmaktadır. Bundan hareketle Allah Resûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem- faydasız ilimden Allah Teâlâ'ya sığınmıştır. (Müslim, Zikir, 73)
Eğitim ve öğretimde istediğimiz başarıyı elde edebilmek için Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-'in ve sahabe-i kirâmın tatbik ettikleri bu terbiye metodunu kullanmamız zarûrîdir. Zira insanın istîdat, kâbiliyet, idrak gücü ve kapasiteleri belli olup her şeyi bir anda veya kısa bir sürede öğrenmesi mümkün değildir. Bilgilerin ehem-mühimi olduğu gibi, faydalı ve zararlısı da vardır. Hatta günümüzde değişik yollarla zararlı bilgiler insanımızın zihin ve gönüllerine daha çok nüfûz edebilmektedir. Çoğu kere lüzumsuz ve anlamsız bilgiler, lüzumlu hatta zarûri olan bilgilerin önüne geçirilerek genç dimağlara aşılanmaya çalışılmaktadır. İyi ile kötü, faydalı ile zararlı birbirine karışmaktadır. Böyle bilgi anarşisinin kol gezdiği şartlar altında sıhhatli bir eğitim-öğretim faaliyeti yürütmek oldukça zordur. Bunun, Allah ve Resûlü'nün emirleri çerçevesinde dikkatli bir şekilde tanzim edilme zarûreti vardır.
Semavi:
3. BÖLÜM: ÎTİDALE DİKKAT ETMESİ VE USANDIRMAMASI
Resûl-i Muhterem -sallallâhu aleyhi ve sellem-, mümtaz bir muallim olarak muhâtabının hâlet-i rûhiyelerini çok iyi bildiği için ona göre muamele ederdi. İtidâli asla elden bırakmaz, onları bıktırıp usandırmamak, ilim tahsiline istek ve iştiyaklarını muhafaza için her zaman sohbet etmez, müsait oldukları zamanları kollardı. (Buhârî, İlim, 12)
Nitekim Allâh Resûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem-, şu hadisleriyle de bu tavrın peygamber metodu olduğunu bildirmiştir:
“Hal ve gidişi iyi olmak ve itidal , peygamberliğin yirmidört cüzünden biridir.” (Ebu Dâvud, Edeb, 2)
Dersin muhtevâsı ve işleniş tarzı da itidal üzere, talebeyi usandırmayacak, bilakis sürekli canlı tutacak tarzda olmalıdır. Ebû Seleme'nin anlattığına göre, Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-'in ashâbı, ne îtidalden sapan ne de tembellik eden kimselerdi. Sohbet meclislerinde yeri geldiğinde şiir okur ve câhiliye devrindeki hâtıralarını anlatırlardı. (İbn-i Ebî Şeybe, el-Musannef, V, 278)
Ebû Bekir es-Sakafî'nin bildirdiğine göre onlar biraz Kur'an biraz da şiir okurlardı. (Kettânî, II, 236)
Bu usûl, ders esnâsında talebeler yorulduğunda ve zihinleri durduğunda, şiir, hikâye ve benzeri rahatlatıcı şeylerle onları ferahlatmak gerektiğini göstermektedir. Çünkü kalp ve zihin yorulduğunda, mânayı düşünüp idrak etmek zorlaşır. Dikkatler dağılır ve başka yönlere kayar.
İbn-i Abbas -radıyallâhu anhumâ- talebeleriyle birlikte oturduğunda onlara bir müddet hadîs-i şerîf nakleder, sonra “İştahımızı açın! Yâni lâtife yapın, şiir okuyun, muhakkak ki rûh da, bedenlerin usanması gibi usanır.” der ve Arapların darb-ı mesellerini anlatmaya başlardı. Sonra yine derse döner ve bunu ihtiyaç duydukça defalarca tekrarlardı. (Kettânî, II, 237)
Hoca ve mürebbî bir nakış ustasıdır. Talebe de o nakışın beyaz sathıdır. İşlemedeki hata satha değil nakkâşa âittir. Dolayısıyla nakkâş hatayı kendisinde aramalı ve devamlı olarak kendisini düzeltmelidir.
Hâsılı tanzim edilen eğitim sistemlerinde, yapılan müfredât programlarında insanın hâlet-i rûhiyesi ve onun sahip olduğu muhtelif za'fiyetler nazar-ı itibara alınmalı; ders saatleri, dersin işleniş tarzı, teneffüs ve tatiller buna göre düzenlenmelidir. Zira eğitim ve öğretim bir süreç işidir. Uzun zaman, sabır ve gayret ister. İlmen terakkinin en büyük mânisi, bıkmak ve usanmaktır. Bu problemleri aşmanın yegâne yolu da, şüphesiz en güzel örnek, “Üsve-i Hasene” olan Efendimiz'in nurlu irşâdlarından azami derecede istifâde etmektir.
Semavi:
4. BÖLÜM: SEVGİ VE ŞEFKATLE YAKLAŞMASI
Resûl-i Ekrem Efendimiz, bir muhabbet, şefkat ve merhamet ummanıdır. O, öyle bir şahsiyettir ki insanlık için serâpâ bir rahmetten ibarettir. Cenâb-ı Hak, Habîbi'ni takdim ettiği âyet-i kerimelerden birinde mü'minlere karşı şefkat ve merhametle dolu olduğunu şöyle beyân buyurmaktadır:
“Andolsun ki size kendi içinizden öyle izzetli bir peygamber geldi ki, sıkıntıya düşmeniz O'na çok ağır gelir. Size çok düşkündür. Mü'minlere karşı Raûf (cidden şefkatli) ve Rahîm (son derece merhametli) dir.” (et-Tevbe 9/128)
Peygamber Efendimiz, insanlarla kolay ülfet eden, onların hallerini ve içinde bulundukları durumu hemen kavrayan ve onları hoş tutan bir ahlâkî vasfa sahipti. Edra es-Sülemî -radıyallâhu anh-'ın naklettiği şu hâdise oldukça hissiyat doludur:
Bir gece Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-'i muhafaza etmek için nöbet tutmak üzere gelmiştim. O sırada yüksek sesle Kur'an okuyan bir adam peydah oldu. Bir müddet sonra Peygamberimiz -aleyhisselâm- dışarı çıktı. Ona:
– Ey Allah'ın Resûlü! Bu adam riyakârdır, dedim.
Bu adam bir müddet sonra Medine'de vefat etti. Ashâb-ı kiram, defin için gerekli hazırlıkları ve tekfin işini tamamladılar, tabutunu taşıdılar. Allah Resûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem-:
“ – Ona rıfkla muamele edin, Allah Teâlâ ona rıfkla muamele etti. Çünkü o, Allah ve Resûlü'nü severdi.” buyurdu.
Sonra onun kabrini kazdırdı ve:
“ – Kabrini geniş tutun, (çünkü) Allah ona bol bol lutuf ve ihsanda bulundu.” buyurdu.
Ashâb-ı kiramdan biri:
– Ey Allah'ın Resûlü! Siz bu zatın vefâtına çok üzüldünüz, deyince Sevgili Peygamberimiz:
“ – Evet üzüldüm. Çünkü o Allah ve Resûlü'nü seviyordu.” buyurdu. (İbn-i Mâce, Cenâiz, 41)
Fahr-i Kâinât Efendimiz, bütün ashâbını sevmekte, onları kıskançlığa sevkedecek hareketlerden uzak durmaktaydı. Onun muhabbeti o kadar engindi ki bütün insanlar, Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-'in kendisini herkesten çok sevdiği düşüncesini taşımaktaydı. O, muhabbet harcıyla insanları birbirine kenetler, aralarında sağlam bir denge unsuru olurdu. Kâ'b bin Ucre -radıyallâhu anh- şu ibret verici hâdiseyi anlatmaktadır:
Birgün Mescid-i Saâdet'te Allah Rasûlü'nün huzurunda oturuyorduk. Ensâr'dan, Muhâcirlerden ve Haşim oğlullarından birer grup vardı.
- Resûl-i Ekrem Efendimiz hangimizi daha çok seviyor? diye iddiaya tutuştuk.
Biz Ensâr cemaati:
- Biz Allah Resûlü'ne imân ettik, ona tâbi olduk, düşmanlarına karşı yanında savaştık. Bunun için Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- bizi daha çok sever, dedik.
Muhâcir kardeşlerimiz de:
- Bizler Allah ve Resûl'ü uğrunda hicret ettik, bu yolda evlad ve iyâlimizi terkettik, mallarımızdan vazgeçtik, sizlerin bulunduğu harblerde bizlerde bulunduk, katıldığınız savaşlara bizlerde katıldık. Bunun için Allah Resûlü bizi daha çok sever, dediler.
Haşim oğullarından olan kardeşlerimiz de:
- Bizler Peygamber Efendimiz'in yakınlarıyız, sizlerin bulunduğunuz yerlerde bizlerde bulunduk. Bu sebebten Efendimiz bizi daha çok sever, dediler.
Rasûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- yanımıza geldi, bizlere dönerek:
“- Sizler bir şeyler söylüyordunuz, nedir onlar!?” buyurdu.
Biz de söylediklerimizi tekrarladık. Bunun üzerine Allah Resûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem-:
“- Doğru söylemişsiniz! Kim bunun aksini iddia edebilir?” buyurdu.
Muhacir kardeşlerimizin söylediklerini de haber verdik. Efendimiz:
“- Onlar da doğruyu söylemişler, kim bunun aksini iddia edebilir?” buyurdu.
Sonra Haşim oğullarının söylediklerini bildirdik. Bunun üzerine:
“- Onlar da hakikati ifade etmişler, kim bunun aksini iddia edebilir?” buyurduktan sonra:
“- Aranızda hüküm vermemi istermisiniz?” diye sordu.
- Tabiî ya Resûlallah! Babalarımız, analarımız sana fedâ olsun, dedik.
Allah Resûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem-:
“- Sizler ey Ensâr cemaati! Ben sizin kardeşinizim.” buyurdu.
Ensâr:
- Allahü ekber! Kâbe'nin Rabbine and olsun ki onu biz kazandık, dediler.
Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-:
“- Ey Muhacir cemaati! Ben sizlerdenim.” buyurdu.
Muhacirler:
- Allahü ekber! Kâbe'nin Rabbine and olsun ki onu biz kazandık, dediler.
Allah Rasûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem-:
“- Ey Hâşim oğulları! Sizlere gelince, sizler bendensiniz ve bana geldiniz.” buyurdu.
Haşimoğlulları:
- Allahü ekber! Kâbe'nin Rabbine and olsun ki onu biz kazandık, dediler.
Hepimiz hoşnut olarak kalktık. Her bir grup Allah Rasûlü'nün iltifatıyla mutehassis olmuştu. (Heysemî, X, 14)
Semavi:
5. BÖLÜM: HÂDİSELERE OLUMLU YAKLAŞMASI
Fahr-i Kâinât -sallallâhu aleyhi ve sellem-, her türlü olayda fâil-i mutlakın Cenâb-ı Hak olduğuna yakînen inandığı için hâdiselere hep olumlu yaklaşırdı. Onun mümtâz hayatında tıkanıklığın, ümitsizliğin ve çözümsüzlüğün asla yeri yoktu. Uğursuzluğa da inanmazdı. Fahr-i Kâinât -sallallâhu aleyhi ve sellem-:
“Ben kulumun zannı üzereyim. Şayet benim hakkımda hüsn-i zan beslerse ben de ona öylece davranırım. Şayet sû-i zan beslerse ona göre karşılık veririm.” (İbn-i Hanbel, II, 391) hadîs-i kudsîsini esas alan bir hayat telakkisine sahipti. Bu sebeple Peygamberimiz:
“Mü'min kulun durumu ne kadar hayrete şayandır. Onun her işi hayırdır. Böylesi bir özellik sâdece mü'minde vardır. Ona bir iyilik gelirse şükreder, onun için hayırlı olur. Eğer bir musîbet dokunursa sabreder, yine onun için hayırlı olur.” (Müslim, Zühd, 64) buyurarak ümmetini de hâdiseler karşısında müspet tavır almaya dâvet ederdi.
Peygamber Efendimiz'in bu anlayışı, hayatın her alanında, özellikle terbiye ve tezkiyede çokça müşâhede edilmektedir. Enes -radıyallâhu anh-'den rivayet edildiğine göre Resûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:
“- Uğursuzluk yoktur. Ben, hayra yormayı tercih ederim.”
Sahâbîler :
– Hayra yorma (tefe'ül) nedir? dediler.
Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem-:
“ – Güzel, olumlu sözdür.” buyurdu . (Buhârî, Tıb, 19; Müslim, Selâm, 102)
Urve bin Âmir -radıyallâhu anh- şöyle dedi:
Resûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-'in huzurunda uğursuzluktan söz edildi. Bunun üzerine :
“- En güzeli, hayra yormadır. Uğursuzluk, hiçbir müslümanı teşebbüsünden vazgeçirmesin. Herhangi biriniz hoşlanmadığı bir şey gördüğü zaman;
“Allahım! İyilikleri sadece Sen verirsin; kötülükleri yalnız Sen giderirsin. Günahtan kaçacak güç, ibâdet edecek kuvvet ancak Sen'in yardımınla kazanılabilir» diye duâ etsin” buyurdu . (Ebû Dâvûd, Tıb, 24)
Allah Resûlü, hoşumuza gitmese bile rüzgar, fırtına ve benzeri tabiat olayları hakkında menfî konuşmamayı, bilakis şerrinden emin olabilmek için Allah Teâlâ'ya duâ etmeyi tavsiye buyurmaktadır. (Müslim, İstiskâ, 15)
Resûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-'in tavsiye ettiği hayra yorma, uğurlu sayma veya tefe'ül, bu tür durumlarda müslümanın başvurabileceği en güzel bir yoldur. Meselâ bir hastanın, kendisine “İyisin, mâşallah!” diye seslenilmesini, sıhhate kavuşacağına yorması, henüz hacca gitmemiş birine “hacı” denilmesini o kimsenin hacı olacağı şeklinde anlaması birer hayra yorma, tefe'üldür. Peygamber Efendimiz, bir türlü sonuçlandırılamayan Hudeybiye anlaşması sırasında müşrikler adına Süheyl bin Amr'ın temsilci olarak geldiğini görünce, onun ismindeki kolaylık mânasından tefe'ül ederek, “İşiniz kolaylaştı.” buyurmuştur. (Buhârî, Şurût, 15)
Efendimiz'in menettiği “teşe'üm” yani kötüye yorma, uğursuzluğa hükmetme, nasıl insanı ruhî bakımdan bunaltır, ümidini, şevkini, iş yapma azmini kırarsa; tefe'ül de, henüz ortada bir şey olmasa bile insana aşk, şevk ve ruhî bir inşirâh verir, hayatı daha anlamlı kılar.
Tefe'ülün temelinde Allah Teâlâ'ya hüsn-i zan beslemek vardır. Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem-'in uğursuzluğa karşı çıkması da ortada kesin bir delil bulunmamasına rağmen Allah Teâlâ hakkında sû-i zanda bulunmak mânasına geldiği içindir. Bu da bize bir ölçü vermektedir: Hayatta insanlar ve olaylar hakkında daima hüsn-i zan beslemek lâzımdır. Çünkü sû-i zandan sorumlu tutuluruz ama yanılmış olsak bile hüsn-i zanda bulunmaktan dolayı mes'ul olmayız. Bütün kaybımız, iyi niyetimiz sebebiyle yanılmış olmaktan ibaret kalır. Fakat, haksız yere bir kimse hakkında sû-i zanda bulunursak, eninde sonunda bunun hesabını vermek zorunda kalırız.
Peygamber Efendimiz'in, hâdiselere müspet yaklaştığını gösteren bir misal de şudur:
Muâviye bin Hakem'in, koyunlarını güden bir câriyesi vardı. Kızcağız bir gün koyunlardan birini kurda kaptırdı. Bunu duyan Muâviye ona çok kızdı ve yüzüne fena bir tokat vurdu. Sonra da yaptığına pişman oldu. Resûl-i Ekrem ile sohbet ederken bu konuyu da açtı. Peygamber -aleyhisselâm- ona yaptığının haksızlık olduğunu söyleyince:
– Yâ Resûlallah, o halde câriyeyi âzat edeyim mi? diye sordu.
Resûl-i Ekrem -sallallâhu aleyhi ve sellem- de:
“ – Hele sen onu bana bir getir.” buyurdu.
Muâviye de hemen gidip câriyeyi alıp getirdi.
Peygamber -aleyhisselâm- câriyeye:
“ – Allah nerede?” diye sordu.
O da:
– Gökte! dedi.
Fahr-i Kâinât Efendimiz tekrar sordu:
“ – Ben kimim?”
Câriye:
– Resûlullah'sın, dedi.
O zaman Allâh Rasûlü Muâviye'ye dönerek:
“ – Onu âzat et; çünkü mü'minedir.” buyurdu. Muâviye de onu âzat etti. (Müslim, Mesâcid, 33)
Âlemlere rahmet olan Efendimiz, burada kendi akıl ve ilim seviyesine göre suallere cevap veren ve tevhid akîdesini kabullendiğini izah etmeye çalışan bu kızcağızın şehâdetini kabul buyurmak sûretiyle onu bir mü'mine olarak tavsif etmiş neticede de şefkat ve merhametle muamele ederek onu hürriyetine kavuşturmuştur.
Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem-'in hâdiselere olumlu yaklaşması, onun rüyaları te'vil etmesinde de müşâhede edilir. Hz. Abbas'ın zevcesi Ümmü'l-Fadl, birgün Peygamberimizin yanına gelip:
- Ben bu gece bir rüya gördüm, dedi.
Efendimiz:
“ - Ne gördün?” diye sordu.
Ümmü'l-Fadl:
- Çok şiddetli ve mihnetli bir rüya! dedi.
Allah Resûlü:
“- Nedir o, söyle!” buyurunca Ümmü'l-Fadl:
- Senin bedeninin bir parçasının kesilip benim evime konulduğunu gördüm, dedi.
Bunun üzerine Efendimiz:
“ - Hayır görmüşsündür inşaallah! Fâtıma bir oğlan doğuracak, sen de ona oğlun Kusem'in sütünü emzireceksin.” buyurdu. Bir müddet sonra Hz. Hüseyin dünyaya geldi. Ümmü'l-Fadl ise ona süt anneliği yaptı. (Hakim, III, 194; İbn-i Sa'd, VIII, 278-279)
Yine Resûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- rüyaları olumsuz tabir etmekten sakınmak konusunda bizleri şöyle uyarmıştır:
“Rüya üç kısımdır: Biri Allah'tan bir müjdedir. Biri nefsin konuşmasıdır. Biri de şeytanın korkutmasıdır. Biriniz hoşuna giden bir rüya gördüğünde, dilerse onu anlatsın. Eğer hoşuna gitmeyen bir şey görürse onu kimseye anlatmasın, kalkıp namaz kılsın.” (İbn-i Mâce, Tabir, 3)
Cenâb-ı Hak kulunun zannı üzere olduğuna göre bir bakıma insanın niyet ve temennîleri duâ mâhiyeti arzetmektedir. Bu sebeple devamlı hayra yormak, hayır düşünmek insanın hâlet-i rûhiyesini rahatlattığı gibi hâdiselerin de bu yönde tecellî etmesine tesirde bulunmaktadır.
ALINTI...
HZ. MUHAMMED(S.A.V)'İN HAYATI SUUNUSU İNDİRMEK İÇİN TIKLA...
www.dersturkce.com
2024