Köy Ve Şehir Hayatı,
Köy Ve Şehir Hayatını anlatan yazı,
Köy Ve Şehir Hayatı arasındaki farklar
Şehir hayatı; her gün binlerce insanın içine girdiği ve çoğunlukla iş,eğitim vb. konular yüzünden geçiş yaptıkları hayat türüdür. Köy hayatından farklı olarak şehir hayatı; iş geleceği, eğitim ve sosyal ihtiyaçlar bakımından daha gelişmiş olup bu tür olanlarda gelişim sağlamış ve kişilerin ihtiyaçlarına yeterlilik sağlayabilecek durumdadır.
Fakat bazı konularda köy hayatının da şehir hayatına göre olumlu yönlerini görmek mümkündür. Bunlarda ilk olarak çocuk gelişimi olarak alabiliriz. Okul yaşına gelmemiş bir çocuğun doğa sevgisi, hayvan sevgisi ve bir çok konuda doğayla iç içe büyümeleri için köy hayatının olumlu yeri olduğu herkesçe bilinmektedir. İkinci olarak yenilen besinlerdeki tazelik ve hormon bakımından köy hayatı yaşayan insanların bu konuda daha şanslı olduklarını söyleyebiliriz. İstatistiklerde şunu gösteriyor ki köyde yaşayıp doğal(Organik) beslenen bir kişinin şehir insanına nazaran daha uzun süre yaşıyor.
Lakin şu da bir gerçektir ki insanlar yaşamları boyunca paraya ihtiyaç duymuşlardır ve duyacaklardır. Köyde yaşayan bir insana gelir getirebilecek yerler belli başlıdır. Bunların başlıcaları hayvancılık ve tarımdır. Fakat şehir hayatında para getirebilecek alanların genişliliği bakımından insanların bu hayata geçişi fazlalık göstermektedir. Şehir hayatında para getirebilecek alanların başlıcaları; sanayi, inşaat sektörü, gıda, tekstil, giyim mağazaları vb. alanlardır. Görüldüğü üzere şehir hayatında insanın geçimini sağlamak için gereken “para”yı kazanabileceği yerler çoğunluk göstermektedir. Bu nedenden olsa gerek şehir nüfusu, köy nüfusuna nazaran her geçen saniye artış göstermektedir.
Hayat bizleri nereye sürükleyeceğini bilemeyiz. Bir gün umutla bir gün hayal kırıklıklarıyla yaşar dururuz. Geleceğin getireceklerini hesap etmez genellikle günü birlik bir yaşam tercih ederiz.
Gençlik için yaşam ufak şeylerden mutlu olmaktan ibaret olup, genellikle anlık dünya hevesleriyle uğraşmakla zamanını geçirir. Tabı bunun içerisinde istisnalar vardır.
Köy ile şehir hayatında çok büyük maddi ve manevi farklılıklar vardır. Çoğu insan şehre, iş ve eğitim umuduyla göç etmektedir. Aslında şehre göç edenlere sorsanız çoğu, köyün şehir yaşamından daha rahat olduğunu söyleyeceklerinden emin olabilirsiniz. Bunun nedeni de kültürel yaşam ve maddiyattan kaynaklanır. Köyde komşuluk ilişkileri ve adetlerimiz ön plana çıkmış olması, şehirde ise her şey maddiyata dökülmesi insanların köy yaşantılarını özlemesine neden olmaktadır.
Köy ile Şehrin havası bile bir başkadır. Bir sabah uyandığınızda kuşların,kuzuların ve horozların sesleriyle temiz bir havada keyifle uyanmak varken, araba gürültüsü ve sisli bir havada uyanmak insanın yaşam hevesinden bile farkından olmadan bir şeyleri götürür.
Maddiyat olarak köydeki yaşam şehre göre rahattır. Bunları örneklemek gerekirse köyde bahçede elma, armut yetiştirir evinde meyven eksik olmaz, patates soğan ekersin, su parası derdin olmaz, tarlada buğday nohut ekersin unun, bulgurun eksik olmaz, ekmeğini tandırda yaparsın ekmek parası derdin olmaz, ineğe, koyuna bakarsın sütün, yoğurdun, peynirin eksik olmaz, tavuğa bakarsın yumurtan eksik olmaz, köyümüzün tabiri ile odun kesimi (urusgatıya)ya gidersin yakıt derdin olmaz. Ancak bunlar için yapacağınız emek ve masraflar şehir hayatına göre onda biri kadar diyebilirsiniz.
Geçen gün yaşlı bir hacı amcayı gördüm.Tabi ki siz tanımazsınız ama tanıyanların olduğunu bildiğim için ismini vermek istemiyorum. Önce selamlaşma ve hal hatır davasından sonra hacı amca anlatmaya başladı. Köyünü çok özlediğini, oranın havasını, suyunu, koyunların meleşmesini, eşeği ile odun getirmesini, çamlıktan kozak toplamasını, köydeki ahalinin toplanıp muhabbet etmesini, komşulukları v.s. özlediğinden bahsediyordu. Bunları anlatırken gözlerindeki köy özlemini kim olsa anlardı. Anlatırken bazen gözleri doluyordu. Anlaşılan şehir hayatı onu hiç mutlu etmemişti.
Sonuçta insanlar köyde yaşadığı hayatı şehre, şehirdeki hayatı köye adapte etmenin çok zor olduğu aşikardır. Şu da bir gerçek ki köy hayatının da, şehir hayatının da ayrı bir güzelliği vardır. Yeter ki yaşadığımız anların kıymetini bilelim.
Alıntı
HABER YAZISI
12/08/2010
KASABADA SIKINTI HALLERİ
Nazlı Berivan Ak
Sayıklamalar ile başlayan edebiyat serüvenine İslenmiş Aşka Mektuplar ile devam eden, ardından 1001 Fıçı Bira adlı kitabıyla ilk romanını yazan Ferhat Uludere, bunaltıcı ve bunalımlı Haziran ayında da yapacağını...
Sayıklamalar ile başlayan edebiyat serüvenine İslenmiş Aşka Mektuplar ile devam eden, ardından 1001 Fıçı Bira adlı kitabıyla ilk romanını yazan Ferhat Uludere, bunaltıcı ve bunalımlı Haziran ayında da yapacağını yaptı ve Sonbaharda Sarhoş bir Kasaba ile bir kez daha okuyucularıyla buluştu.
Büyük şehrin büyük insanlarının büyük büyük dertlerini konu alan kitapları bir kenara koyabilirsiniz bir süre için. Beraberinde o koca sorunlara koca çözümler üreten gaz kitaplar da biraz dinlensin. Bu sefer hikayemiz denizi dalgalı, havası rüzgarlı küçük bir kasaba. O denizden denizkızları da çıkacak, kırmızı gelinliğiyle mutsuz bir gelin başucunuzda uykunuzu sayacak ve küçük hayatların küçük düşlerinde tüm büyük sözler anlamını yitirip, bir daha dirilmemek üzere boğulacak.
Yazarın sıkıntısı da belli: Denizin olduğu ve sonbaharın yaşandığı bir kasabada patlamak üzere olan deniz, tüm sırları kusmak üzere. Hikayelerin sonu bucağı yok denizde, Ferhat Uludere de o öyküleri anlatacak okuyucuya, neden mi? “Çünkü deniz sadece o zaman durulur”.
1001 Fıçı Bira’dan hatırladığımız Feryat yine başrolde kitapta. Kasabanın tüm yerlileri içiyor, içiyor ve inadına körkütük aşık oluyorlar. Sıkışmışlık halinden kurtulmanın, buhranları bir an için olsun unutmanın tek yolu da bu zaten.
Her kitabın aslında tek bir kahramanı vardır, hangi karakterin kahraman olduğunu bulmak da okumayı okuma yapan biricik bulmacadır, yanıtı ben biliyorum: Sonbaharda Sarhoş Bir Kasaba’nın kahramanı Hazan.
Kasabalılığı bir türlü olunan bir hal olarak kabul edemeyip, hep aşılması ve geride bırakılması gereken bir “durum” gibi düşünen Hazan, hayatıyla, geçmişiyle ve en çok da kendiyle kavgadan yorulmuş bir kadın. Büyük şehrin büyük düşleri ve bu düşlere yetişme çabasıyla nefesi kesilmiş ve soluklanmak için yine kasabasına dönen bir kayıp ruh. Evini, eşini geride bırakmaya gücü olmayan, gücünü güç bela topladığı anlarda da Feryat’la sevişen, sıkıntılı halin en güzel halinin adı da Hazan. Ve evet, yaprakları dökülüyor, hem şehirde hem de kasabada. Denize, denizkızlarına bakarken ruhunu temizlemeye, durultmaya çalışıyor. Denizin serin sularına ayağını uzatmak demek ki yalnızca “modern şehir kadını”nın hayali değil, serin suların ayaklarını yalamasıyla tüm kötü anıları geride bırakma umudu herkesin için için taşıdığı bir umut.
Nerelisin sorusuna yanıt vermemek, zamanla veremeyecek hale gelmek ve sonunda aidiyeti tamamen unutmak aslında Hazan’ın hikayesi. Kasabasının adını bilmeyen, esen rüzgarın hangisi olduğunu kestiremeyen bir kasabalı olmak zor. Kendini çağırmaktan vazgeçen kasabasına zorunlu sürgünüyle geri kavuşsa da Hazan, artık hiçbir şey eskisi gibi değil. Ya da aslında hiçbir şey hiçbir zaman olması gerektiği gibi değil miydi?
Hazan da Feryat da etkileyici karakterler, kitap da onların imkansız aşkları, hadi moda deyimle söyleyelim “yasak aşk”ları teması üzerinden ilerliyor gibi görünüyor ilk bakışta. Oysa kasabada gömülü daha başka birçok sır var, denizin dibinden çıkacak daha çok sıkıntı var. Uludere kasaba hallerini, yarım kalmışlıklarını, bekleyişlerini anlatırken alkolle boğulmaya çalışılan umutları dile getiriyor.
Son dönemde yazarlar arasında iyice baskın bir tercih halini alan tutunamayana övgü görülmüyor kitapta, iddiasız karakterler, basit öykülerini yaşıyorlar, yaşadıklarını izlemek düşüyor okuyucuya da, bu basitliğin ağırlığını kaldırmaya gücü yettiği, gözü kestiği sürece.
Uludere’nin kitabında bu basitliği sağlayan bir yenilik de göze çarpıyor, güzel bir dil var kitapta, bir kasaba güncesiyse yaşanan, kasabayı bilen, kasabalılığı yaşayan ve anlayan bir kalemden çıkmış belli ki. Üzerinde çalışılmış bir ifade tarzından çok, kendiliğinden, içten gelen bir estetik bu; kaygılardan arınmış, eğitimli gözlerden çekinmiyor. Belki de tam da kendi hikayesini kaleme aldığı için böylesine dökülüyor sözcükler ardı ardına ve tam yerlerini buluyor.
Teknik açıklamalardan, bilimsel çözümlemelerden geriye ne kaldı edebiyatçı ve okuyucu için bilinmez. Yayınevlerinin roman tercihlerinde bile “bilimsel altyapı” bir ön koşul olarak koca bir duvar gibi dikilirken editörlerin önünde, Uludere mitlerle, kasaba öyküleriyle yeni bir okuma deneyimi müjdeliyor okuyucuya. Doğum sonrası depresyonun adı yeni kondu belki, ama kadınlık hallerinin en sancılısı olarak hep durdu bir kenarda, böylesi bir hali yaratan da bir kadından başkası olmadı tabii. Al Karası kırmızı gelinliğiyle loğusalara musallat olan bir aldatılmış ruh, umutlarının yarıda kalmışlığını başka kadınlardan çıkaran bir intikamcı gelin. Yarıda kalmış umudu anlatırken böylesi bir mitten faydalanmak zekice bir seçim, Al Karası yazarın hayaletiyle birlikte roman boyunca okuyucuya eşlik ediyor tam da bu yüzden.
Kitapseverin hastalığıdır, sevdiği içselleştirdiği romanı öylesine çok anlatır, bir de bunu öylesine güzel ve hevesle yapmaya çalışır ki, sonunda kitapta olan ve olmayan tüm sözcükleri döker saçar sağa sola, kalanlar da kitabın kendisi olur. Uludere de bunu fark etmiş olacak ki öyküsünün en can alıcı noktaları arasına Serkan Yüksel’in desenlerini koymuş, paylaşacaksan bu desenleri paylaş, sözcüklerimi rahat bırak dercesine. Çizimleriyle romanın puslu havasına iyice pus katan sanatçıyı daha birçok kitapta göreceğiz belli ki, desenler üzerinden de ayrı bir roman, ya da belki de bir açımlama yazmalı aslında Sonbaharda Sarhoş Bir Kasaba’ya.
Ferhat Uludure, Sonbaharda Sarhoş Bir Kasaba, Haziran 2010, 164 sayfa.
ALINTI.. EVRENSEL
www.dersturkce.com
2024