NASREDDİN HOCA
Nasreddin Hoca Orta Çağ (13. yüzyıl veya 14. yüzyıl civarı) döneminde Akşehir ve Konya'da, Selçuklu veya Osmanlı Devleti egemenliği altında var olduğuna inanılan bir Türk figürüdür. Nasreddin Hoca komik hikayeleri ve fıkralarıyla hatırlanan popülist bir filozof ve bilgeydi.
Yakın Doğu, Orta Doğu ve Orta Asya'nın birçok ulusu Nasreddin Hoca'yı sahiplenir, ama Nasreddin Hoca eğer gerçekten var olduysa, büyük olasılıkla o bir Türk'tü ve çeşitli kültürlerde adı daha farklı yazılır, Nasreddin'i genellikle "Hodja", "Mullah", ya da "Effendi" isimleri izler.
1996-1997 UNESCO tarafından Uluslararası Nasreddin Yılı ilan edilmiştir.
Evliya Çelebi Nasreddin Hoca hakkında şöyle der;
(Akşehir'de), büyük din adamı ve değerli zat "El-Mevla Hazret's şeyh Hoca Nasreddin”in kabri vardır. Kendisi Akşehirlidir. Gazi Hüdavendigar'a yetişip, Yıldırım Han zamanında şöhret bulmuştur. Fazilet sahibi olup, hazırcevap, keramet sahibi, filozof, din ve dünya işlerini birlikte ve eksiksiz yürüten büyük bir zat idi. Büyük hocanın sözleri ve latifeleri, bütün lisanlarda atasözü olarak söylenir.(...)Yıldırım Han'ın vefatından sonra, Çelebi Sultan Mehmed zamanında dünyadan göç etmiştir. Akşehir dışındaki kubbeli türbesine defnolunmuştur. Dört tarafı parmaklıkla çevrilidir.
Yazıya geçirilmiş ilk Nasrettin Hoca hikâyesi 1480 tarihli Sarı Saltuk'un hayatını anlatan Ebu’l Hayr Rumi’nin Saltuknamesi'de bulunmaktadır. Fatih Sultan Mehmet'in oğlu Cem Sultan'ın şehzadeliği esnasında verdiği talimat üzerine Ebül Hayr Rumi tarafından Saltukname yedi senelik bir çalışma sonucunda Türk sözlü geleneğinden toplanarak 1480 yılında tamamlanmış ve kitaplaştırılmıştır. Abdullah Efendi´de başlamış ve tahsilinin sonunda babasının yerine köyünde imamlık yılında vefat ettiği şeklindeki rivayet göz önüne alınırsa, onun, Selçuklular devrinde yaşadığını ve Timur ile görüşmediğini dikkate almak gerekir.
Nasreddin Hoca, insanlara doğru yolu gösteren, iyilikleri bildiren, doğruya sevk eden ve kötülüklerden sakındıran bir veli idi. Bu işi yaparken tabiatı icabı kendisine has bir yol tutmuştur. Böylece hakkın anlatılması ve cemiyetteki bozuk yönlerin düzeltilmesi için, meseleyi halkın anlayacağı bir dil ve üslup ile, gayet manidar latifeler hâlinde kısa ve öz olarak dile getirmiştir.
Bu latifelerin toplandığı eserlerden biri, Londra´da British Museum´da. Haza Terceme-i Nasreddin Efendi Rahme başlıklı yazma eserdir. Ancak bu eserdeki latifelerin bir kısmı, onun üslubuna ve nükte tekniğine uymamaktadır. Nitekim eserin sonunda bu durum: "İşte Nasreddin Efendinin kibar-ı evliyadan (Evliyanın Büyüklerinden) olduğuna şek ve şüphe yoktur. Merhumun bu kıssalardan haberi var, yok böyle yazmışlar. Her kim okuyup tamamında bu merhumun ruhu için bir Fatiha bağışlarsa, “Hak sübhane ve teala ol kimsenin ahir ve akıbetini hayr eyleye" şeklinde belirtilmiştir. Ayrıca, Nasreddin Hoca adlı eserde başka nüktelerine yer verilmiştir.
Nasreddin Hoca, fert ve toplumu her yönüyle çok iyi tanımış, insanların aile, komşuluk, dostluk, ticari münasebetlerine ait cemiyette gördüğü aksaklıkları düzeltmek ve onlara nasihat etmek maksadıyla nüktelerle dile getirmiş, onları düşünmeye ve doğruya sevk etmiştir. Sosyologlar ve psikologlar, insanı ve cemiyeti tanıyıp, onların çeşitli yönlerini incelemek için onun latifelerinden çok istifade etmişlerdir. Dönemin ünlü kadılarının bile Nasreddin Hocadan yardım ve öğüt aldığı söylenir. Nasreddin Hoca fıkraları, batı dillerine de çevrilmiş ve bu dillerde Hoca hakkında mühim neşriyat yapılmıştır. Bunlar arasında Pierre Mille´in Nasreddin et son epouse adlı kitabı, Edmonde Savussey´in La Litterature Populaire Turque adlı eserindeki Nasreddin Hoca bölümü, Jean Paul Carnier´in Nasreddin Hoca et ses Histoires Turques adlı eserleri zikretmek yerinde olur.
Yazan: Mustafa Özçelik
Çağlarında diğer önderler neyi yapmak istemişlerse Hoca da aynı gayenin insanı olarak tarihî sorumluluğunu yerine getirmiş birisidir.
Bir kültür ve medeniyet dünyasının temel direkleri her zaman için bilim, kültür, sanat, maneviyat ve ahlak önderleri olmuştur. Bu önderler, tesirleri itibariyle sadece yaşadıkları çağın ve toplumun değil, bütün çağların ve toplumların önderleridir. Toplumlar, sıkıntılı zamanlarını nasıl böylesi kişilerin mesajlarıyla aşmışlarsa, sonraki zamanlarda da onları yeniden okuyarak, anlama çabasına girerek kendilerini toparlama ve ayağa kalkma imkânı bulmuşlardır.
Bu tür insanlar, birer ilâhî lütuf olarak her zor dönemde ortaya çıkarlar. Mesela, son bin yıllık tarihimize baktığımızda Selçuklu sonu ve Osmanlı öncesi devirde Hz. Mevlâna, Yunus Emre, Hacı Bektaş-ı Velî, Şeyh Edebali gibi isimleri böyle bir misyonun sahipleri olarak görürüz. Bunlar, temelde aynı, teferruatta farklı açılardan aynı gayeye hizmet etmişlerdir. Bu gibi isimlerin gayretleriyle kurduğumuz devletler, sadece siyasî bir organizasyon olmamış, devletle birlikte bir medeniyet, bir kültür ve sanat yapısı da inşa etmiştir.
İşte bu isimlerden birisi de Nasreddin Hoca’dır. O da o çağın diğer büyük önderleri gibi, Osmanlı Medeniyetinin kuruluşunda farklı bir açıdan katkıda bulunmuş bir insandır. Çağlarında diğer önderler neyi yapmak istemişlerse Hoca da aynı gayenin insanı olarak tarihî sorumluluğunu yerine getirmiş birisidir.
İnsanoğlu, böyle isimler karşısında genellikle şu tür tavırlar gösterir: Ya doğru bir tavır olarak, onlara büyük bir hayranlık ve saygı duyar, onların mesajlarını kavramaya çalışır. Onları yaşadığı zamanın kültür hayatına katmaya gayret eder ya da onları maalesef müzelik bir değer olarak görür, kıymetli bir mahfaza içinde kendince korumaya çalışır. Ama bu tavrın içinde böylesi isimleri okumak, anlamak ve onlardan çağı adına istifade etmek gibi bir niyet yoktur. Üçüncü bir tavır ise, bu isimleri farklı bir kimlik ve kişilikte “istismar”a cüret eden anlayıştır. Bu tür bir anlayışın sahipleri, onlarla aynı medeniyet kodlarını paylaşmayan insanlardır. Böyle tavırla onların tesirli olmalarına güya engel olmak niyetindedirler.
Hz. Mevlana için de diğerleri için de bu durum, hep böyle olmuştur. Hele tasavvuf orijinli büyükler, bu anlamda çokça istismar edilmek istenmişler, böyle bir çabanın sonucu olarak da ait oldukları inanç, kültür ve medeniyet değerlerinden ayrı bir düzlemde ele alınmışlardır. Fakat, ilmî, iyi niyetli çalışmalar, bu yanlışlığa uzun süre fırsat vermemiş, gerçek er geç ortaya çıkmıştır.
Nasreddin Hoca için de durum aynıdır: O da, aslî kimlik ve misyonundan uzak bir zeminde, sadece “güldüren adam” olarak tanıtılmak istenmiştir. Onun kimliği böyle sınırlandırılınca da, onunla ilgili olarak; filozofluk, devrimcilik hatta din karşıtlığı gibi diğer çarpık yorumlar birbirini takip etmiştir.
Oysa; belgelerin, hakkında yapılan objektif değerlendirme yazılarının, dahası “latife”lerinin ve menkıbelerin karşımıza farklı bir Nasreddin Hoca portresi çıkardığını biliyoruz. Hoca, her şeyden önce Sünnî itikada mensup bir Müslümandır. Çağının İslam ilimlerini tahsil etmiş bir bilgindir. Bir din adamıdır, imamlık ve vaizlik yapmıştır. Üstelik, bir mutasavvıftır. İslamın bu manevi disiplinini bilen ve yaşayan bir insandır. Dahası, bu müktesebatı ile yaşayışı, toplum münasebetleri konusundaki tavırlarıyla bir ahlâk önderidir. Sonuç olarak bir “İslam bilgesi”dir. Onu çağdaşı diğer isimlerden ayıran tek husus, kendine mahsus tebliğ ve irşad tavrıdır. Şimdi, onun bu yönünü biraz açmaya çalışalım:
Nasreddin Hoca; bilgin, bilge ve ârif kişiliğine rağmen; ömrünü medrese veya dergahta ders alıp vermekle geçirmemiş, her zaman hayatın ve olayların içinde olmuş, hocalık ve bilgelik görevini her kesim insan arasında sürdürmüştür..Hoca’yı bu yüzden camide, dergahta, kahvede, misafirlikte, devlet adamlarının yanında, tarlada, bahçede görmek sürekli mümkündür. Hoca, bulunduğu mevkiine rağmen halktan birisi gibi yaşar. Bir taraftan imamlık, müderrislik, kadılık gibi asli görevlerini yaparken halktan kopmaz. Onlar gibi dağa gider, odun keser. Pazarda alışveriş yapar. Ticaretle uğraşır. Çalışkandır. Kendi damını kendi onarır. Kendi tarlasını kendi sürer.
Halk ve yöneticilerin üzerinde çok önemli bir saygınlığı vardır. Her kesim insan tarafından çok sevilip sayılmakta ve her zaman her konuda kendisine danışılmaktadır. Bu anlamda o, yaşadığı toplum içerisinde hem öğretmen, hem eğitmen hem de danışman konumundadır.
Onun yaşadığı toplumda ve sonraki asırlarda bu kadar hüsn-i kabul görmesi bu bilgeliğini, bilginliğini,
eğiticiliğini tatlı dil ve güler yüzle üstelik zekice yapmasıdır. Bu tavrı da kişilik özelliği kadar yine inançlarıyla ilgilidir. Öncelikle bu tavrı, İslamî bir davranıştır. Çünkü; asık suratlılık, dinden onay alamaz. Öte yandan Hoca, pek çok ekonomik ve sosyal sıkıntının yaşandığı bir toplumun insanıdır. Böyle bir insanî yapıyı ancak, düşünmeyi gülmeyle birlikte ele alarak aydınlatmak, sıkıntılarını gidermek, olanlar üzerinde düşünmeye sevk etmek mümkün olabilirdi.
Nüktecilik, hazır cevaplılık onun en önemli özelliğidir. Fakat, onu komik bir adam olarak görmek eksik değil yanlış bir tutum olur. Çünkü, güldürebilmek önce düşünmeyi ve düşündürebilmeyi gerektirir. Onun bir fıkrasını okurken yahut dinlerken her ne kadar ilk tepkimiz tebessüm olsa bile bunu mutlaka tefekkür takip eder.
Hoca’nın halkı güldürmesi asla bir dalkavukluk biçimini almaz. Bu yüzden onu “komedyen” sınıfında düşünmek mümkün değildir. Bu yüzden ona ait metinlere fıkra yerine “latife” denmesi, ilk bakışta güldüren latifelerinin asıl olarak insanları düşündürmeyi amaçladığını kabul etmek gerekir.
Yine Hoca’nın zekiliğini kurnazlıkla karıştırmamak gerekir. Çünkü kurnazlık örneğin zor bir durumdan kurtulmanın meşru olmayan yolunu bulabilme becerisi iken zekilik, meşru ama kimsenin düşünemediği bir yolla bu zorluğu aşmak marifetidir. Hoca, her insana olduğu gibi kendisine de ilâhî bir nimet olan aklını doğru kullanan ve başkalarına da bu yolu gösteren birisidir.
Kimi fıkralarındaki saflık yahut aptallık derecesindeki ifadeler bizi yanıltmamalıdır. Böyle durumlarda
Hoca, daha çok bir öz eleştiri yapar. Bu, bir tür nefis muhasebesidir. Bu yüzden kendi kendisiyle dalga geçerek, nefsini eğitmek ister. Yahut, saflığa sığınarak söylenemeyecek, cesaret gerektiren bir gerçeği açıklar ama fıkranın sonunda yine zeka parıltısı nüktesini söyler.
Hoca, bağlı olduğu dinî düşüncenin de bir gereği olarak “iyiliği emretmek, kötülükten sakındırmak” ölçüsüne sıkı sıkıya bağlıdır. Toplumsal çarpıklıkları eleştirerek doğru olanın adresini gösterir. Fakat bu görevini yaparken çok hoşgörülü davranır. Asla yıkıcı olmaz. Muhataplarını aşağılamaz. Suç işleyenlere karşı merhametli ve affedicidir.
Nasreddin Hoca, bir kaos döneminin insanıdır. Bu dönemin şartları içerisinde üzülen, kederlenen, umutsuzlaşan insanlara bu olumsuzlukları neşe ile, mizahla aşmalarını sağlayan bir insandır. O, yaşadığı dönemin zorluklarını, olumsuzluklarını bunların altında ezilmemek için fazla ciddiye almayarak aşmaya çalışmayı öğretmiştir. Bütün olumsuzluklarına, sıkıntılarına rağmen yine de dünyayı yaşanmaya değer; hayatı ise, kıymetinin bilinmesi gereken bir zaman süreci olarak görmüş, her zorluğun kolay bir yanı olabileceğini göstermiş, Moğol ve Haçlı saldırılarının perişan ettiği insanlara iman ve ümit aşılamıştır.
Hoca, inançlara, ahlâk kurallarına, devlete, yasalara, toplum kurallarına bağlı ve saygılıdır ama bu tutumu onu devlet adamlarının, bürokratların, din adamlarının eleştirisinden vazgeçirmez. Onlarda gördüğü yanlışlıkları, rüşvet yiyen kadıları, din adına halkı sömüren hocaları, ilmin kabuğunda kalmış âlimleri, zulmeden idareciyi hicveder. Fakat bunu çok zarif biçimde yaptığı için maksat hasıl olur ve sözü muhatabı nezdinde ciddiye alınır.
Hoca, hayalci değil, gerçekçidir. Onda hiçbir zaman abartıya, hayalî olana yer yoktur. Bu yüzden bütün latifeleri derin bir gözlemin ürünüdür. Hoca’yı bu anlamda bir sosyolog tavrı içinde görürüz.
Onda sadece içinde yaşadığı toplumun değil insanlığın ortak fotoğrafını buluruz. Onu bugüne taşıyan bir yönü de zaten burasıdır. O, bu yönüyle hem millî hem de evrensel olmayı başarmıştır. Onun sadece Türk-İslam kültür coğrafyalarında değil hemen bütün dünyada alâka görmesi bu yüzdendir.
Hoca’ya atfedilen kimi fıkralarda Hoca bir Bektaşî babası gibi gösterilir. Durum böyle olunca, Hoca, oruç tutmaz, abdestsiz namaz kılar bir adam tipi ortaya çıkar ki bu mümkün değildir. Hoca, samimi anlamda bir Müslümandır. İbadetlerini yerine getirir. Fakat; İslam’ı ahlak ve mana boyutundan uzak düşüren mutaassıplığa prim vermez.
Hoca, gerek insan olarak gerekse Müslüman bir gönül adamı olarak yahut yaptığı Hocalık, kadılık, esnaflık, çiftçilik gibi işlerde, insan ilişkilerinde aile ilişkilerinde tam anlamıyla Müslüman-Türk insanın genel karakterini yansıtır.
Sonuç olarak, Nasreddin Hoca, bu çağa da söyleyecek sözleri olan bir insandır. Onunla ilgili bakış açımızı, onu aslî kimliğiyle kavramak şeklinde değiştirebilirsek ondan öğreneceğimiz çok şey olduğunu göreceğiz. Bu bakımdan; doğruyla yanlışın iyice harmanlanarak bir kafa karışıklığının oluşturulmak istendiği bir dönemde Hoca ve benzeri inanç ve kanaat önderleri doğru olanı bulmada önümüzde büyük bir imkân olarak durmaktadırlar.
Hazırlayan: Yüsra Mesude Arslan
Sesli Dinle
İçinde bulunduğumuz 2008 senesi, doğumunun 800. yılı olması münâsebetiyle Nasreddin Hoca yılı olarak ilân edildi. Bu vesileyle Nasreddin Hocanın hayatını ve fıkralarını yeniden okumak adına güzel eserler ve kültürel faaliyetler ortaya konuyor. Sütun Yayınları'ndan çıkan ve Mustafa Özçelik imzasını taşıyan Nasreddin Hoca kitabı da bu maksatla kaleme alınmış eserlerden biri. Özçelik'le yeni kitabını vesile kılarak Nasreddin Hocanın hayatını ve fıkralarını konuştuk. Nasreddin Hocanın kim olduğunu ve fıkralarını merak edenler için okunması gereken bir mülâkat oldu.
Ellinci, yüzüncü sekiz yüzüncü.. vb. sene-i devriyeler ilgili şahsı anmaya, gündeme getirmeye, üzerlerinde yeniden düşünmeye, onları anlama çabasına girmeye bir vesile oluyor. Ama bu kimi zaman bir sıradanlık tehlikesini de içeriyor. O günü anmak, kutlamak adına bugün yapılıp yarın unutulabilecek programlar yerine kalıcı çalışmalar yapmanın daha önemli olduğunu düşünüyorum. Ben de kalıcılık adına böyle bir çalışmayla bu yıla katkıda bulunmak istedim. Hocanın yaşadığı zamanlar zor zamanlardı. İnsanların gülmeye ihtiyacı olduğu zamanlardı. Aslında her asrın içinde böyle bir ihtiyaç var. İnsanın gerçeği aslında değişmiyor. Hoca böyle bir asra rengini vurmuş, imzasını atmış. Aradan geçen sekiz yüz yıla rağmen Hoca aramızda yaşamaya devam ediyor. Biz Hocayı yeni yeni tanıyoruz. Hâlbuki Hoca sekiz asırdır aramızda yaşıyor.
Ben Nasreddin Hocanın doğduğu kabul edilen Hortu köyüne 20 km. uzaklıkta bir köyde doğdum. Aynı toprakların insanıyız. Komşuluk bağımız da var. Tabi burada Hocayı belli bir toprağa coğrafyaya, belli bir köye ait göstermek gibi bir tutum değil benim demek istediğim. Ama böyle bir özel sebep de var. Bölgesel yakınlıktan dolayı çocukluğumuzdan beri bize anlatılan bir isim. Her yaş grubunun sevebildiği bir insan. Fakat zaman içinde eğitimcilik yaptık. Gençlere model insanları sunmaya, anlatmaya çalıştık. Bu çalışmalarımız sırasında gördük ki Nasreddin Hoca doğru bir fotoğrafta sunulmuyor insanlara. Farklı bir Nasreddin Hoca var. Bu millî kültürümüz adına duyduğumuz kaygı sebebiyle ulaşabildiğimiz kaynaklardan ya da fıkraları üzerine yaptığımız incelemelerden çıkan neticelere göre, gerçek bir portre sunmaya çalıştık. Türk İslâm kültürünün bir büyüğü olarak sunmaya çalıştık.
Sorunuzdan hareketle cevap vereyim. Nasreddin Hocayı ben de yorumladım. Yorumladım ama bu benim dünya görüşümden kaynaklanan bir yorum değil, tarihî kaynakları esas alarak bunu söylüyorum. Fıkralar da kaynak teşkil ediyor. Burada şu da sorulacaktır, "Bu fıkranın Nasreddin Hoca fıkrası olduğunu nereden biliyorsunuz?" Bunu hiç kimse tam olarak bilemez. Çünkü Hocanın sağlığında ortaya konan yazılı bir eser yok. Nasreddin Hoca sözlü kültürün bir eseri. Onun vefâtından en az iki yüz sene sonra bu fıkralar derlenip toparlanmaya başlanmış. Bu süre içerisinde ilâveler, çıkarmalar, değiştirmeler mutlaka olmuştur. Tarihî belgeler ışığında bir ‘hoca' portresi çıkardığımızda ne tür bir fıkra onun fıkrası olabilir sorusunu cevaplamak o kadar da zor değil. Bu genel çerçeve içinde Hocaya bakmaya çalıştık ve bu kitap ortaya çıktı.
Bu gün, yayınlanmış olan Nasreddin Hoca Fıkraları kitaplarına baktığımızda sizin genel çerçevenize pek münâsip olmayan bir portre görüyoruz. Hatta şunu da söyleyeyim, bu fıkraların pek çoğunu yüzümüz kızarmadan okuyamıyoruz.
Anladığım kadarıyla bu konuda art niyetler var. Tabi bilgisizlikler de söz konusu. Hoca, fıkralarıyla artık tartışma kabul etmez bir karakter olduğu için, üretilen her türlü fıkra Hocaya mâledilmeye çalışılıyor. Aynı şey Yunus Emre için de geçerli. O da tasavvûfî şiire kendi damgasını vurmuş, o yüzden yazılan pek çok şey ona mâlediliyor. Nasreddin Hocaya mâledilen fıkralar yaşama şansı buluyor. Yani "Bir gün Nasreddin Hoca…" diye başlatmazsanız, fıkranızın hayat hakkı yok. Ama biraz önce çizdiğimiz Hoca portresi içinde düşündüğümüz zaman, yüz kızartıcı fıkraların ona ait olmadığını çok rahatlıkla fark ediyoruz. Çünkü sözünü ettiğimiz kişi adı üzerinde bir ‘hoca' zaten, din eğitimi almış. Hoca için yapılan âmiyâne de olsa güzel bir tâbir var. "Yâhû, adamda zaten dehâ var, ne diye yapsın müstehcenlik?" Hoca seviyesiz argümanları kullanmadan da insanları güldürme, düşündürme özelliğine sahip zaten. Müstehcenliğe ihtiyacı yok ki. İnsan zaaflarını kullanma çağdaş mizâhın bir özelliği.
Kesinlikle evet. Bilhassa Afrika ve Ortadoğu bölgesinde. O coğrafyalarda Çuha tipi var, bilhassa Nasreddin Hocayla özdeşleştirilen. Kimilerine göre de hocanın fıkraları onun fıkraları olarak anlatılıyor, kimilerine göre de hoca orada o tip olarak ortaya çıkmış. Oysa Çuha ayrı bir şahıs. Nüktedan biri. Bence birileri o fıkraları Nasreddin Hoca fıkralarının içine kattılar ve hocaya böyle bir kimlik biçtiler. Biz kitabımıza bu tür söyleyişleri almaya haya ettik. Toplumsal konumu olan birinin o tür ifâdeleri söylemesi mümkün değil.
Hoca câmide vaiz, halkın içinde önderliği var, böyle mevzûlar ulu orta konuşulmaz. Bu husûsun altını çizmek lâzım. Bu tür fıkraları neşretmemek lâzım. Fıkhî açıdan ihtilaflı fıkralar da var, onlar da sonradan eklemedir bana göre. Yine bunlar da Hocanın adının altında anlatılıyor, güven duyulması için. Bizim millî kültürümüzdeki şahsiyetler için hep yapılan bir şey. Önce unutturmak, yok saymak istiyoruz. Şâyet unutturamazsak yanlış bir model olarak rengini değiştiriyoruz. Maalesef bu Hocanın başına gelmiş bir durum. Ama biz Hocaya hangi yamayı vurursak vuralım, ekleme parçalar onun üzerinden düşüyor. Hoca, adının da verdiği bir sorumlulukla hocalık yapıyor. Toplumu eğiten, bilgilendiren, yanlışlarını gösteren bir tavır sergiliyor. Tek farkı bunu mizâh üslubuyla yapıyor. Nasreddin Hocayı o çağdaki bir Mevlâna'dan, Yunus Emre'den, Hacı Bektâş-ı Veli'den, Şeyh Edebali'den ayırmak mümkün değil.
Aslında halk arasında böyle bir mesele yok. Bu biraz aydınlar için böyle. Aydınlarımıza baktığımızda kırılma dönemlerinde kültür ikileşmesi olduğunu farz ederiz. Doğulu ve batılı olmanın târifleri tam yapılamıyor. Bize âit olanı yok saymak Batılılık, çağdaşlık, ilericilik anlamına gelebiliyor. Oysa Nasreddin Hocayla ilgili çalışmaların birçoğu Türkiye'de değil, Avrupa'da yapılmıştır. Siz bugün merak etseniz, "Nasreddin Hocanın en eski fıkralarını okuyacağım, yazmalara ulaşacağım." deseniz böyle bir şeyi Türkiye'de yapmanız mümkün değil, Avrupa'ya gitmeniz lâzım. İlk yazmaların asılları Avrupa kütüphanelerinde. Avrupa Hocaya sahip çıkıyor, ondan yararlanıyor. Çünkü mizah her kültürün içerdiği bir unsur. Hoca dünyanın her yerine gidiyor. Küba'da bile Nasreddin Hoca fıkralarına rastlayabilirsiniz. Hatta Komunizm döneminde Rusya'da ve Çin'de Hocayı bir sosyalist tip olarak bile görmek mümkün. O bölgelerde önceden de tanındığından ve önceki itibarından dolayı bir takım yeni fikirlerin kabul görebilmesi için hocanın ağzından anlatılıyor. Ancak bütün bunlar bir netice vermiyor çünkü gönüldeki fotoğrafı kimse değiştiremiyor.
Tarihi şahsiyet olmadığına dair iddialar bulunmakla beraber biz onun tarihî şahsiyet olduğuna inanıyoruz. Bunun gerekçelerini, delillerini de kitabımızda sıraladık. Araştırmacıların çoğuna göre Hoca Selçuklu çağı insanıdır. On üçüncü asırda Selçuklu Devleti yıkılmaya yüz tutuyor. Biz fetret dönemi, boşluk ortaya çıkıyor. O çağın büyükleriyle birlikte bu menfîlikleri müsbete dönüştürme çabası içinde Hoca karşımıza çıkıyor.
Çok. Nasreddin, o dönemde çok yaygın olarak kullanılan bir isim. Bugün binlerce Mehmet bulabiliriz. Üstelik o dönemde soyadı yok. O dönemde bir devlet yok, Selçuklu yıkılmış, belgeler yok edilmiş, toz duman her yer. Orada hangi Nasreddin'in bizim Nasreddin Hoca olduğunu bulmakta çok zorlanılmış. İlk araştırmalarda Kastamonu Beylerinden biri olarak kabul edilmiş. Yine yakın bir zamanda Ahievran'ın Nasreddin Hoca olabileceği yorumu var. Ama var olan bir tarihî bilgi var, Sivrihisar'da müftülük yapan bir zatın yazdığı. Zaten hocayla ilgili bütün biyografiler ona dayalı. Sivrihisar'ın Hortu -bugünkü Nasreddin Hoca adını taşıyan- köyünde doğduğu, bir süre Sivrihisar'da tahsil gördükten sonra Konya'ya gittiği, arkasından Sivrihisar'a gidip bir süre hocalık yapıp Akşehir'e gittiği ve ömrünün büyük bölümünü orada geçirdiği, vefâtının da orada vuku bulduğunu söyleyen biyografi aslında bu çalışmalarda esas alınan biyografidir.
Fıkralarına baktığınızda da bu biyografiyi destekleyici şeyler var. Meselâ yer olarak en çok Akşehir, Sivrihisar, Konya geçer. Bu üç yerleşim adının hâricindeki yerler çok azdır. Tam Selçuklu'nun hükümrân olduğu yerler. Konya'da ders aldığı Mahmud Hayrânî hazretlerinin hocanın tasavvuf yolunda bir büyüğü olduğunu görüyoruz. Biz hocaya biraz mutasavvıf olarak da bakıyoruz. O önce bir âlim, sonra ârifti. Ama bir farkla. Âlimlerin halktan kopuk yaşadığı düşünülür. Hoca tümüyle halkın içinde yaşıyor, çarşıda, pazarda geziyor. Mütevâzı, elinin emeğiyle geçinen, aristokrat bir havadan uzak yaşıyor. Fakirlik onun şahsî durumundan uzak olup, biraz devrin özelliğidir. Açlık, kıtlık, yoksulluk, yağmacılık o devrin temel özelliği. Herkes gibi hoca da sıkıntı içinde ama isyankâr değil ama menfîliklere karşı pasif de değil. Mücâdele verilmesi gerektiğini, yaşama zevki duymamız gerektiğini, en azından bakış açılarımızı değiştirmemizi, yanlışlarımızı görmemiz gerektiğini bize öğreten insandır.
Geçtiğimiz günlerde Türk Lokumuyla ilgili bazı haberler çıktı. Rumlar tarafından ülkeleri adına tescil edilmesi bizi üzdü. Neyse ki Antep'li baklavacılarımız ellerini çabuk tutarak baklavalarımızı başka ülkelerin sahiplenmesinden kurtardılar. Zannediyorum Nasreddin Hocanın da böyle bir câzibesi var. Bu konunun Nasreddin Hoca kitabında doğuda ve batıda Nasreddin Hoca bölümünde ele alındığını gördük. Bu minvâlde neler söylemek istersiniz?
Hoca, doğup büyüdüğü topraklar yönüyle Anadolu insanı. Fakat o kadar şöhret sahibi olmuş ki doğudan batıya, güneyden kuzeye nerdeyse tanımayan hiçbir ülke kalmamış. Bu konuda ikinci bir ismimiz nerdeyse yok bizim. Mesela Yûnus ve Mevlâna da çok yaygın isimler ama Nasreddin Hoca kadar değil. Şifâhî kültürün hâkim olduğu çağlarda fıkralar çok önem taşıyor.
Bu yüzden benimsenmesi kolay olmuş. Oralarda ilk giren fıkralar Anadolulu Nasreddin Hocaya ait olmasına rağmen zaman geçtikçe yerlileştirilerek, "Neden bizim olmasın?" duygusuna dönüştürülebiliyor. Bulgarların Peterleri var, Arapların Çuhası var, diğer Türkî cumhuriyetlerin de farklı hoca tipleri var. Diğer Balkan ülkelerinde böyle bir benimseme olayı var. Bu bizim vefasızlığımızla da alâkalı. Karagöz'de de durum aynıdır. O da Yunanlıların patentine geçmek üzeredir. Biz bu insanları sadece fıkralarıyla yaşatamayız. Bu insanı bu çağın idrakine sunmak gerekiyor. Meselâ Nasreddin Hoca modern bir üslûpla filmlerin, çizgi filmlerin, animasyonların, tiyatronun, romanın, şiirin, hikâyenin konusu olmalı. Böyle olmazsa bu boşluğu Noel Baba doldurur. Nasreddin Hocanın verdiği sevimli kişiliğin imkânını iyi kullanmak durumundayız. Nasreddin Hocaya yönelik çok ciddî bir duyarlılık gelişiyor. İnşallah bu bütün Türkiye sathına yayılır ve Nasreddin Hocayı yeniden okuruz, yeniden hayatımıza sokarız, onunla tebessüm ederiz, onunla düşünürüz, onunla güler ve onunla ağlarız.
Öncelikle kısadır Nasreddin Hocanın fıkraları. En fazla birkaç cümledir. İki üç sayfalık metinlere biz Nasreddin Hoca fıkrası gözüyle bakamayız. Bunlar, muhtemelen daha sonradan Hocaya izafe edilmiş fıkralardır.
İnançlarla alay eden bir fıkra Hocanın fıkrası olamaz. Kaynaklardan anlaşılıyor ki, Hoca Sünnî akîdeye mensup Hanefî bir Müslüman. Üstelik bir din adamı. Bir din adamının inandığı dinin değerleriyle laubâli bir şekilde konuşması mümkün değildir. Mesela Hocaya soruyorlar. "Falanca kişi oruç yiyor." diye. Hoca cevap veriyor, "Keşke namazı da yese." şeklinde. Bir an tebessüm edebilirisiniz belki ama bunda espri yok, zekâ yok.
Hocanın fıkraların çağının Anadolu'sunu, sosyal kültürel dünyasını yansıtmalı. Bir fıkra çok zengin gösteriyorsa, Hocaya ait olamaz.
Hocanın fıkraları Türkçe'nin inceliklerini yansıtmalı. Hoca aynı zamanda iyi bir Türkçecidir. Deyimlerimizin bu güne aktarılmasında Hocanın emeği pek büyüktür.
Bir fıkrada ahlâk dışı ifâdeler varsa bu Hocanın fıkrası olamaz.
Belli bir bölgeyi, belli bir yeri anlatıyorsa olmaz. Hoca cihanşümul bir tiptir. Temel tipi bir bölgeyi ifâde eder, Bekri Mustafa ayyaşlar grubunu temsil eder, İncili Çavuş saray meddahıdır. Hocanınki ise bütün bunların üstünde genel bir fıkra tipidir. Fıkralara bu yönden de bakılabilir.
Kişileri küçümseyen, fiziksel kusurlarıyla dalga geçen fıkralar da onun olamaz. Onun dininde mizah, gülme, lâtîfe, şakalaşma vardır. Ama temel ölçü insan onurudur. Bu da ayırt edici bir özelliktir.
Bu bir kişi için olduğu gibi etnik gruplar için de geçerlidir sanırım.
Bütün varlıkları içine alan bir saygıdır onunki. Onun düşünce sistemi bütün varlıklara Yaradan'ın gözüyle bakmayı gerektirdiği için hepsini saygıya değer buluyor.
Hocayı modern mizah anlayışından ayrı bir yerde değerlendirmek gerekir. Modern mizahta müstehcenlik esas, inançlarla alay söz konusu, mesleklerle, kişilerin fizikî özellikleriyle dalga geçme söz konusu. Modern mizah, genellikle bir silah olarak, Hocanın fıkraları ise eğitim olarak kullanılıyor. Bu açıdan da bakılabilir Hocaya.
KAYNAK:http://www.dilset.com/akademi/index.php/website/content/1725
www.dersturkce.com
2024