MEHMET ALİ İNAN OKUMAYI IŞIKLI BİR YOLDA YÜRÜMEYE BENZETİYOR
“KİTAPLARIMLA KENDİMİ BİR ORDU KADAR GÜÇLÜ HİSSEDİYORUM”
Yüzlerce, belki binlerce senelik zeytin ağaçlarının arasında uzanan çukur, iki yanı böğürtlen ve hayıtlarla örülü yolda ağır ağır yürüyordum. Arkamdan yükselen güneş, gölgemi araba izlerinin kıvrımları üzerine serip uzaklara kadar götürüyor; deniz tarafından yüzüme doğru esen hafif, fakat serin bir bahar rüzgarı, kasabadan uzaklaştığımı hatırlatıyordu. kırağı yemiş toprak ve taze çimen kokusu etrafı kaplamıştı. Tarla kuşlarıyla serçeler, ötüşe ötüşe ağaçtan ağaca sıçrıyor, güneşin vurduğu yerlerden dalğalı bir buğu yükseliyordu.
Kazdağı’nın eteklerindeki Zeytinli köyünün, bahçesi salkım söğütlerle gölgelenmiş havuzlu kahvesinde bir çay içip, Yüksekoba’nın yolunu sordum.
Kayalar arasındaki dik ve dar bibr patikadan inince Kızılkeçili Deresiyle karşılaştık. İki sırtın birleştiği dar boğazda kayadan kayaya atlayarak köpüren sular, kulakları dolduran büyük bir gürültü çıkarıyorlardı. Suyun kenarındaki dar yolda, çok kere taştan taşa atlayarak, yürümeye başladık. Kah derenin kıyısına kadar iniyor, kah tekrar sırta tırmanarak beyaz köpüklü çağlayanlara yüksekten bakıyorduk. Boğaz gittikçe darlaşıyor, iki yanda dimdik yükselen kayaların yarıkları arasından fırlayan kocaman çam ağaçları, yan yatmış bir halde, boşluğa uzanıyordu. Suların yalayıp parlattığı taşlarda çıplak ayaklarıyla seken Hacer’e yetişmek için güçlük çekiyordum. Dağdan yuvarlanıp derenin yolunu kaplayan ev büyüklüğünde kayalar, yahut bir kayanın beri tarafındaki yumuşak toprağı oyan sular, dere boyunca yer yer büyük ve derin havuzlar meydana getirmişlerdi. Bir kararda durmayan aynalarına etraflarındaki iri çam veya çınar ağaçlarının gölgesi vuran ve suları içlerine çok kere birkaç adam boyu yüksekliğinde bir kayadan köpük köpük dökülen bu havuzlara her rastlayışımızda…”
Sabahattin Ali’nin trajik bir aşkı anlattığı Hasan Boğuldu adlı öyküsünün giriş bölümünden.
Olay Gazetesi Müessese Müdürü Mehmet Ali İnan’ın gazetedeki ofisi, küçük bir kütüphane gibi. Her yer kitaplar, dergilerle, gazetelerden kesilmiş yazılar, fotokopilerle dolu.
Dingin. Sessiz. Huzurlu.
Önce bu minik ve sıkı kütüphaneyi inceliyorum, sonra söyleşiye başlıyoruz.
Mehmet Ali İnan, başka pek çok yazara olduğu gibi, Sabahattin Ali’ye de hayran. “Bir Edremit tasviri vardır Hasan Boğuldu öyküsünde… Unutulmazdır…” diye öyle bir tutkuyla ve ayrıntıyla anlatmaya başlıyor ki…
Meraktan ölebilirim. “O kitabı bulsam da okusam” dedeme kalmadan, çalışma masasının yan tarafından içi kitaplarla, fotokopilerle dolu bir poşet açılıyor, öykünün olduğu klasör çıkıyor. Bir kopya da bendenize sunuluyor.
(Bugüne dek okuduğum kitaplarda cazibe merkezleri her zaman kurgu, kişiler ve diyaloglar olmuştur. Tasvir neredeyse hiç dikkat etmeden geçip gittiğim bölümlerdendir. Fakat o gün Mehmet Ali İnan o kadar lezzetle anlatıp, sonra da kitabı elime tutuşturunca, yazının girişinde bir bölümünü alıntıladığım pasajı ilgiyle okudum elbet.
Ve…
Bir yaz günü, kucağımdaki ufacık bebekle uzun uzun yürüdüğüm, yani nispeten aşinası olduğum bir çoğrafyayı usta bir kalemden dinlemek hoşuma gitti. Bir tür milat deyiniz. Bundan böyle tasvirler de atlanmayacak. Söz.)
Nasıl yani? Bunlar böyle her zaman yanınızda mı oluyor?
“Evet!”
Çünkü, Mehmet Ali İnan, gününün çok büyük bir bölümünü ofisinde geçiriyor. Buna cumartesi ve bazen pazarlar da dahil.
Yoğun iş trafiği içersindeki molaları değerlendirmek ve mutlaka bir şeyler okumak gerek.
Ve ofis biraz önce de dediğim gibi kitapla dolu. Ama çok özel bazıları her zaman orada bulunduruluyor. Tekrar tekrar göz atmak için.
Ayrıca, İnan, gazetede kendi bölümüne staj yapmaya gelen gençlere eğv ödevi veriyor. Belirlenen birkaç kitap gençler için fotokopiyle çoğaltılıyor. Okunmaları sağlanıyor. Sonra da birlikte üzerinde konuşuluyor.
Bu, misyonerce tavrı takdir etmemek elde değil elbet.
Peki neden bu çaba?
Şöyle : “Çok az okuyoruz. Okumayan insanlarla bir arada yaşamak çok zor. Bir kere paylaşımınız azalıyor. Ortak noktanız olmuyor. Ayrıca okuyan insanların, işlerini, okumayanlardan daha iyi yaptıklarını düşünüyorum. Kitapların insana kazandırdığı ufkun ve derinliğin hayatı anlamlandırdığı ortada. Okuyanlar çoğaldıkça kendimi daha iyi hissedeceğim. O yüzden elimden ne gelirse onu yapıyorum. Çocuklarıma da aşılıyorum okumayı…”
Kırşehir’in Boztepe Kasabası.
Kalabalık ve yoksul bir ailenin, sayası çok çocuklarından biri Mehmet Ali İnan.
Pek çoğumuz gibi okuma sürecindeki ilk kahramanı Kemalettin Tuğcu. Tuğcu’nun zamanında hepimizin küçük yüreklerini acılarla boğan kitaplarından o da payını almış. Bir de köfteyi ilk kez o kitaplardan birinde duymuş.
Sonra…
Ortaokulun ikinci sınıfındayken sömestr ödevi olarak kendisine verilen İnce Memed’le birlikte edebiyatın hakiki dünyasına girmiş.
Bundan sonrasını Yaşanmış Yazılar adlı kitabındaki “Boztepeli Memedali’nin Defteri” başlıklı bölümden takip edelim:
“…
Yaşadığım onca yoksunluğa karşın şanslı sayıyorum kendimi. Küçük bir kasaba ortaokulunda ikinci sınıf sömestr ödevi olarak bana Yaşar Kemal’in İnce Memed romanını veren bir Türkçe öğretmenim olduğu için.
Yıl 1972’ydi, okulumuzun tüm sınıflarına bir hafta boyunca özetini anlattım İnce Memed’in. Öylesine etkisinde kalmıştım ki, o büyülü anlatımın, dayanamamış, küçük çizgili defterime roman yazmaya çalışmıştım kendimce. Çocukluk işte…
Alfabeyi İbrahim Alper öğretmenimiz söktürdü, 1965 yılında. Bu güzel insandan öğrendim iyi okuyup doğru anlamayı.
Ortaokuldaki Türkçe öğretmenim Remziye Yılmaz, sosyal bilgiler öğretmenim Semih Erdi, fen bilgisi öğretmenim Recep Erdoğan ve aynı zamanda okum müdürümüz olan matematik öğretmenim Mete Sönmezer’in ölçülemez emekleri vardır düşünce yapımın oluşup gelişmesinde.
Benim için ilk bilge insan ticaret lisesindeki matematik öğretmenim Sami Süngü’dür. Alçakgönüllüğü, gösterişsizliği, yalınlığı hemen göze çarpardı. Birikimini, bilgisini insanlarla paylaşmaktan onun kadar hoşnutluk duyan birini tanımadım…”
İnce Memed’le perçinlenen okuma tutkusu giderek kuvvetlenmiş. Artık kendince bir kütüphanesi varmış küçük öğrencinin. Hatta onlara ciltlemeyi öğreten okul müdürünün sayesinde o ilk ve en önemli roman ciltlenmiş. Yukarıda da okuduğumuz gibi öğretmenlerden yana çok şanslı olmuş Mehmet Ali İnan.
Yine kendi kaleminden okuyalım:
“…
İşte o ders yılı iki yeni öğretmen gelmişti okulumuza. Biri fen bilgisi, öbürü sosyal bilgiler hocasıydı. İkisi de gneç, ikisi de gözlüklü, ikisi de bekar… Sosyal bilgiler hocamız Semih Erdi, fen bilgisi hocamız Recep Erdoğan. İlki, ikincisinden biraz daha uzun boyluydu. Recep Hoca Elbistanlı, Semih Hoca ise Bursalı…
Birlikte ev tuttular. Hem de bizim evin yanı başında. Komşu olduk…
Bomboştu evleri. Küçük bir gazocağı, tahta bir sadığın üzerine dizilmiş üç beş kapkacak, iki tencere, bir de tava… Karşılıklı iki yatak, masa ve tek sandalye. Masanın üzerinde teksir kağıtları, tükenmez kalem, gövdesi bordo, kadranı ve düğmeleri beyaz Delta radyo. İki yatağın ortasında ağzı açık bir valiz. İçi kitap dolu.
Onlar mı başlattı, ben mi istedim bilmiyorum. Kemal Tahir, Yaşar Kemal, Mahmut Makal’ın kitapları elimde. Bozkırdaki Çekirdekle başladım, sonra Devlet Ana, Sağırdere, Kör Duman, Bizim Köy ve başkaları…”
Sonra…
Kırşehir’deki lise yıllarıyla birlikte okuma repertuarı da değişmiş.
Dönemin her şeyi belirleyen ilgi iklimi gayet tabii onlar üzerinde de etkili Mehmet Ali İnan, edebiyata ara verip okuldaki arkadaşlarıyla birlikte sular seller gibi sol literatür okumaya başlamış.
Stalin, Lenin, Marks: “Manifestoyu 6-7 kişi hepbirlikte okur, sonra tartışırdık. O ara adet öyleydi. Ama sorun bakalım, bu kadar okumayla, o yaşta bunların ne kadarını gerçek anlamda anlayabiliyorduk? Tabii ki mümkün değil!”
O ufacık harçlıklar ve kimi zaman bizzat kendi emeğiyle kazandığı paralarla oluşturulan kütüphane, 80 darbesinin kitap katliamında yok olur. Bütün kitaplar, ciltlenmiş ilk göz ağrısı dahil olmak üzere bir naylon torbaya konup güdüre yerleştirilir. Sonra bir gün açıldığında hepsinin orada gizli gizli yavaş yavaş yanıp kül olduğu görülür.
Mehmet Ali İnan için çok önemli olan Refik Halit Karay’ın memleket hikayelerinde ölen kitaplar arasındadır. Yıllar sonra bin bir güçlükle bir yerlerden satın alınıp, kütüphaneye konur neyse ki…
Söz, 12 Eylüle ve kitaplara gelince, dayanamayıp soruyorum:
“Aslında ayın yaşta sayılırız. Ama o dönem benim pek aklım başımda değildi. Yani öyle okumaydı, yazmaydı çok enterese etmiyordu beni. Siyasetle hiç ilgim yoktu. Şimdi yeri gelmişken, bu durumu bizzat yaşamış olduğunuz için sormak istiyorum, 80 döneminde bu memlekette yüz binlerce kitap telef oldu. Bunun hakikaten böyle olması gerekiyor muydu? Yoksa biraz abartı daha doğrusu paranoya var mıydı işin içinde?
“Paranoya değildi. Bilinçsiz ve çok kötü, tehlikeli bir kitap düşmanlığı vardı. Kitap bir şeylerin simgesi idi o zamanlar. Kitap okuyan sakıncalı kişiydi. Olur olmaz her şeyi toplayıp götürdüklerini, insanları sırf okudukları için farklı değerlendirdiklerini biliyoruz. Bununla ilgili yazışmış çizilmiş bizzat yaşadığımız, gördüğümüz pek çok kitap, anı, anekdot var.
Bu kadar çok okuyan hemen herkes gibi, Mehmet Ali İnan’ın yolu da bir gün yazıyla kesişiyor elbet. Şimdi bu süreçle ilgili bir bölümü, insan olmam için bana emeklerini veren üç toprak insanı; babaannem Döndü, annem Fadime ve babam Abdurrahman İnan’ın anısına ifadesiyle aile büyüklerine ithaf ettiği aynı kitabından okuyalım:
“…
Yaşamımda iki insanı, iki Bekir’i çok sevdim. Biri gazeteci Bekir Coşkun, öbürü yazar Bekir Yıldız.
Kompozisyondan, deneme ve öyküye yönelmemi, yazı yolunu tutmamı bu iki insana borçluyum.
Usta yazar Çetin Altan’ın günlük yazılarını da hiç aksatmamaya çalıştım yıllar yılı. Onca derdi, sorunu bir sayfalık ağız üzerinde anlatabilmenin en güzel örneğini onda gördüm. İnsan olmanın güzelliğini, insanın omurgasının ne işe yaradığını ise o bitmez tükenmez birikimiyle İlhan Selçuk’tan öğrendim.
Yazdığım ilk denememi Yılmaz Akkılıç’a okudum. “yazı dünyasına küçük bir pencere aralamışsın, ardını bırakma” yı onun ağzından duydum, 1986 yılında.
Pencerem uzun süre öyle yarı aralık kaldı. Taa ki, sevgli Nahit Kayabaşı ile tanışıncaya kadar. Onunla buluşmamızın başka nedenleri olabilir ama , en önemlisi yazındır. Yorulmaz, bıkmaz bir karınca gibidir Kayabaşı. Sessizce ve mütevazılığını hiç yitirmeden bir çok insanı kazandırmıştır yazın dünyasına…”
Mehmet Ali İnan, neden okuyorsunuz? Sorusunu şöyle yanıtlıyor:
“Okudukça ışığa doğru gittiğimi hissediyorum. Okumak bana insan ilişkilerinde ve sorunlar karşısında, dünyanın her halinde sonsuz bir bakış açısı çok geniş ve estetik bir perspektif sağlıyor. Benim böyle biri olmamda okuduğ4um bütün kitapların, yazarların etkisi vardır. Okumayan insanları inceliğe, estetiğe ve akla sırtını dönmüş kişiler olarak düşünüyorum. Okumayla birlikte her şeye karşı ayrı bir sorumluluk ve hassasiyet gelişiyor insanda, sanıyorum kimileri bu sorumluluktan kaçınmak için okumuyorlar. Ben okudukça yalnızlığımdan sıyrılıyorum. Kendimi bir ordu gibi görüyorum. O kadar kalabalık, o kadar güçlü ve donanımlı.”
Evinde özel bir okuma odası var. Yaklaşık beş bin civarında da kitabı. Bütün günü işte geçtiği için geceleri okuyor. En zoru da şu : İyi bir kitap bitmiş. Heyecan duyuyor, birileriyle mutlaka paylaşmak istiyor. Ama sabahın o saati bu olanaksız elbet. İşte o zaman şöyle oluyor: “Evin içinde dönüp dolaşıyorum. İyi bir okumanın verdiği zevk, bunu kimseyle paylaşmamanın sancısına karışıyor.”
Zaten emekli olduktan sonra kitapları başrolü alacağı küçük bir sanat evi açmak istiyor. Orada bol bol okuyacak. Kendisi gibi okuyan kişilerle bir araya gelecek. Bir de, her zaman olduğu gibi, eksi usul elde kağıt, kalem yazmayı sürdürecek.
Son söz yine Mehmet Ali İnan’ın yaşanmış yazılar kitabından.
“Merhaba deniz, merhaba yaşam başlıklı bölümün girişinde yer alan Deniz Başaran imzalı bir dörtlük : İnsanları, uykularından uyandıran bütün iyi ve büyük yazarlara, onların yadıkları kitaplara ithafen.
Uykun kaçarsa
Bir şiir kopar
Uçurumun kıyısından
Avunursun…”
Yazar : Yüksel BAYSAL |
www.dersturkce.com
2024