Millî Mücadelede Anadolu Kadını
Millî Mücadele'nin destanlaşan birçok erkek kahramanı bilinir; ama kadın kahramanları fazla bilinmemektir. Oysa Anadolu kadını, Millî Mücadele'nin her safhasında vazifesini yerine getirmiştir.
93 Harbi'nde Rusların eline geçen Aziziye tabyalarının kurtarılmasında, Nene Hatun ismiyle nam salan Anadolu kadını, Millî Mücadele'de battaniyeyi evlâdı yerine mermiye örten Kara Fatma'yla sembolleşiyordu. Anadolu kadını evlâtlarını çeşitli cephelerde savaşması için yetiştiriyor gibiydi. O çoğu zaman, cepheye gönderdiği evladının yüzünü bir daha görmüyordu. Ama o her şeyden önce bir anaydı; ana yüreği evlâtların ölmesine tahammül edemiyordu. Merhametliydi ve merhameti herkesin evlâdınaydı.
Hamdullah Suphi Tanrıöver, bir gün: "Anneciğim, gazetede okudum. Bir tabur asker donmuş bir göl üzerinden geçerken buzların altında kalmış." der. Bunun üzerine "Eyvah!" diye bir çığlıkla karşılaşır Tanrıöver. Annesinin can evinden vurulduğunu görünce, onu yatıştırmak için, "Anneciğim yanlış anladın, buzlar altında kalan Türk taburu değil, Rus taburu..." deyince, annesi: "Olsun evlâdım. Sen daha baba olmadın, evlât sevgisini belki bilmezsin. Ben dünyadaki bütün çocukların annesiyim." der.
Merhameti bu derece yoğun olan Anadolu kadını, vatanı işgale maruz kalınca, soluğu cephede aldı. Yıllarca süren savaşlarda, babasını, eşini veya oğlunu şehit vermiş olan Anadolu kadınları, vatanın işgal edilmesi üzerine mukaddes değerlerinin muhafazası için, kendisi de bizzat cepheye gidip savaştı. Anadolu kadını, yazdığı destanın 'cephe sayfasında' eksik olmasın istiyordu. Millî Mücadele, Anadolu kadınının kahramanlık hikâyeleriyle doludur:
Bu kahramanlardan biri Tayyar Kadın'dır. O, Osmaniye'nin Raziyeler Köyü'ndendi, asıl adı Rahime'dir. Tayyar Kadın, Kilikya'da Albay Arif'in 11. Tümen'inde savaşmıştı; 1920 Şubat'ında gönüllü milislerle Hasanbeyli Tüneli'nde Fransızlara saldırıp, onlardan seksen tüfek, iki makineli tüfek almışlardı. Tayyar Kadın, savaşta ölen iki kişiyi de sırtında taşımıştı. Çevikliğinden dolayı ona Tayyar Kadın adı verilmişti. 1920 Haziran’ında Osmaniye'de Fransız istihkamına yapılan hücuma o önderlik etmişti. Ve bu karargahın önünde şehit düşmüştü.
Millî Mücadele'deki kadın kahramanlardan biri de Emire Ayşe Aliye'dir. "Birçok kişide bulunmayan şecaatle, Aydın'da duman ve kanlar içinde çiğnenmemek için boynundaki ziyneti satarak bir tüfek tedarik eden kadın" diye anlatılıyor Emire Ayşe Aliye. Kendisine, "Harbe niçin girdin?" diye sorulduğunda; "Yunan, Aydın'a gelmeden önce altun paramı boynumdan atıp martini aldım ben. On beş gün evvel düşman Nazilli'ye geçti. Geçtiği yerleri yakıp yıkmaya başladı. Dayanamadım. Köylü, büyük adamlar, ‘Silâhı olan alsın çıksın.’ dedi. Aldım martini, ben de çıktım. Üç dört gün sonra harp başladı. Köylü bana, ‘Ya martini bize ver, ya harbe git.’ dedi. Aldım martini, köyümden gittim." diyor.
Millî Mücadele'de savaşan kadınların yanı sıra, cephe gerisinde çalışan adsız kadın kahramanlar da vardı. Fotoğraf karelerinden tanıdığımız; omzunda top mermisi, kağnılarla cepheye mermi, mühimmat ve erzak götüren kadınların yaptıkları destanlaştırılacak işlerdendir.
Anadolu kadını cephedeki çalışmalarının yanı sıra, cephe gerisinde yardım toplama vb çalışmalarda da erkeklerle yarışmıştır. Bunlardan biri Hilal-i Ahmer'in (Kızılay), organize ettiği himmet toplantısında görülür. Bu organizasyonda Ankara erkeklerinden bin lira toplanabilmişti. Kadınlardan daha az, en fazla yüz lira toplanabileceği tahmin ediliyordu. Ancak umulmayan bir şey olmuştu. Kadınlar bu konuda da erkeklerden geri kalmamış, bin lira toplamaya muvaffak olmuşlardı. Bu yardım toplantılarından biri de, Kız Öğretmen Okulu salonunda yapılmıştı. O toplantıda konuşma yapan Halide Edip toplantıya katılanlardan birini şöyle anlatıyor: "Ben epeyce konuştuktan sonra, basma entarili bir kadın yanıma geldi. Anlaşılan gözleri pek görmüyordu. 'Nerede, nerede?' diye sordu. Ben yanına varınca, kollarını boynuma doladı. Kalbinin attığını duydum. 'Senin ne dediğini anladığımı söylemek istiyorum. Benim Darü'l-Muallimat'ta (Kız Öğretmen Okulu) bir kızım var. O da hizmet edecek. Ben fukara bir çamaşırcı kadınım. Onu okutabilmek için her gün çalışıyorum. O da bir gün öğretmen olacak. Benim oğlum Çanakkale' de şehit oldu. Ağlamıyorum. İşimi bırakmıyorum. Çünkü o zaman kızımı okutamam. Fakat, hep yeni savaşlardan söz ediyorsun. Çanakkale'de ölenleri hiç söylemedin!' dedi ve göğsünden bir lira çıkararak 'Hilâl-i Ahmer'in yaralılarına...' diye uzattı. Karşı karşıyaydık. Birbirimizin gözünün içine bakıyorduk. Boynuna sarıldım. Yanaklarından öptüm ve gözlerimizden yaşlar boşandı."
Oğlunu Çanakkale'de kaybetmiş, ancak vatanının kurtulacağına olan inancını kaybetmemişti Anadolulu anne. Hayata dört elle sarılmış, dişinden tırnağından artırdığıyla çorbada tuzunun bulunmasını istiyordu. Oğlunu şehitler ordusuna vermişti, kızını muallimler ordusuna hazırlıyordu, kendisi de var gücüyle çalışıyordu. Savaş devam ediyordu, hem de yıllardır devam ediyordu. Balkan Harbi, İtalyan Harbi, Çanakkale, Galiçya, Sarıkamış, Yemen, Sina derken düşman Anadolu'nun içlerinde ilerliyordu. Erkekler cephede destanlar yazıyordu. Ancak hayat da devam ediyordu. Hem cephe gerisinde kalanların, hem de cephedekilerin doyurulması gerekiyordu. Anadolu kadını toprağı sürüyor, ekiyor, biçiyordu. Elleri yarılmıştı, ayakları nasırlaşmıştı, yüzü esmerleşmişti. Tanrıöver, Halide Edip'le Anadolu kadınının bir karşılaşmasını şu şekilde nakletmektedir:
"Halide Edip, Millî Mücadele'nin başında Kalaba Köyü'nden gelen bir kadının yaz toprakları gibi çatlamış ellerine dikkatlice bakmıştı. Köylü kadın bunu gördü ve 'İçerinin karısıyım, dışarının erkeğiyim. Bu el yumuşak kalsın, beyaz kalsın olur mu?' dedi." Evet o eller beyaz kalamazdı, yumuşak kalamazdı. Çünkü o eller saban tutuyor, tarla sürüyordu. Tohum ekiyor, ekin biçiyordu. Mermi taşıyor, tetik basıyordu. Yağmur-çamur, kar-kış demeden çalışıyordu. Onun, elleriyle, kaşıyla, gözüyle, ağzıyla, burnuyla uğraşacak zamanı yoktu. Bu bilmediğinden değildi. Elbette o da biliyordu, süslenmeyi, giyinmeyi, kuşanmayı. Ne zaman ne yapacağını biliyordu. ‘Gözün goca olursa süzersin, ağzın goca olursa büzersin, burnun goca olursa nidersin?’ diyordu. Farkındaydı elbette güzelliğin, güzelleştirecek şeylerin. Ancak buna zaman kalmıyordu. Çünkü o kendi veciz ifadesiyle, ‘içerinin kadını, dışarının erkeği’ idi.”
Anadolu kadının katlanamayacağı bir şey daha vardı: Dinine dil uzatılması ve küfredilmesi. "Türk'ün Ateşle İmtihanı"ndan öğrendiğimiz kadarıyla, işgal yıllarında azınlıklar vapurlarda her zaman ikinci mevki için bilet aldıkları halde birinci mevkide yolculuk yaparlarmış. Güçlerini işgal kuvvetlerinden alırlarmış. Yine bir defasında azınlık kadınlarından biri, hâdise çıkarmıştı. Biletine uygun yerde oturmak istemiyordu. İlgililer duruma müdahale edip onu biletine uygun yere gönderirken, o küfürler savuruyordu. Bundan sonrasını Halide Edip'ten dinleyelim: "Çıkarken kadının tekrar dine ve imana sövmesinden dolayı, o zamana kadar bir köşede oturan ihtiyar bir kadın, birdenbire bayıldı. Çantamdaki kolonya ile başını, bileklerini ovdum. Biraz kendine geldi; fakat durmadan ağlıyordu. 'Benim gibi ak saçlı ve beş vakit namazında bir kadın dinine küfür edildiğini duyarsa ne yapabilir?’ diyordu.” Bunları diyor ve bir şey yapamamanın üzüntüsüyle kahroluyor, buna dayanamayıp bayılıyordu Anadolu kadını. Evet bayılmıştı ninemiz. En güçsüzünün, en yaşlısının yaptığı buydu. Dinine saldırılması bayıltacak kadar ızdırap veriyordu Anadolu kadınına.
Anadolu kadını, kendi topraklarının galip devletler tarafından işgal edilmesine mânâ veremiyordu. Artık üzerine gelinmesini istemiyor, rahat bırakılmasını istiyordu. Ancak onlar nifak tohumlarını atıp gidiyorlar, tekrar geri geliyorlardı. Millet-i sadıkayı tahrik edip isyan ettiriyorlardı. Asırlardır sulh içinde yaşayan insanları birbirine düşman ediyorlardı. Fatma Nine, Yunanlıların kendi köyünü yakması üzerine, "Bütün evleri yakmayın, hiç olmazsa yaşayanlar için bir dam bırakın, burada ne işiniz var?" diye seslendiğini, ancak kendisine, "Bizi Avrope yolladı." dediklerini anlatıyor ve Halide Edip'e şunları söylüyor: "Bana bak kızım, o Avrope denilen adama söyleyin, biz ona fenalık etmedik. Biz biçare köylüleri rahat bıraksın."
Anadolu kadını bayrağına düşkündü. Nasıl düşkün olmasın ki, bayrak, hürriyetin ve bağımsızlığın sembolüydü. Vatanında bayrakları dalgalanmayan bir ülkenin esir olduğu aşikârdı. Bu kadınlardan birisi, bayrak sevgisini “Türk'ün Ateşle İmtihanı” nda şöyle anlatıyor: "Yavrucuğum, ben Üsküp'ten beri beş göç gördüm. Ay yıldız nereye giderse peşinden gittim. Mutlaka onun altında ölmek istiyordum. Balkan Harbi'nden sonra İstanbul'dan çıktım. Anadolu'nun, Kâbe toprağı olduğuna inanırdım ve oraya kâfirlerin gireceğine inanamazdım. Onlar gelince şaşırdım. Bir mucize bekledim. Zafer haberi geldiği zaman Yunanlılar hâlâ şehirdeydi. Ay yıldız gelmeden ölmekten korkuyordum, sonunda bizimkilere kavuştum. Ben onlara sarıldım, onlar bana sarıldı. Ay yıldızın arkasından geldiğimi söylediğim zaman beni bayraktarın arkasından yürüttüler."
Anadolu kadını, askerî savaşların yerine, ekonomik, kültürel ve sosyal savaşların yaşandığı günümüzde de, kültürünün muhafazasını temin için kolundakini, kulağındakini ve parmağındakini seve seve ortaya döküyor. Tarihteki hemcinsleri gibi, destansı sayfalara yenilerini ekliyor.
AYAKLARI ALTINDA CENNET VAAT EDİLENLER
Tarihimizi zaferlerle süsleyen yüce şahsiyetleri yetiştiren, cephelerde omuz omuza mücadele veren, ayakları altında cennet vaat edilen anneler;
Düştü öne bu analar
Dilediler uyaralar
Bütün Türkler toplanıp
Memleketi kurtaralar
Kağnı ile cephaneyi,
Sırtımızda erzakını
Oğullarım biz taşırız
Ana hakkı bu unutmayız
Uyan ey Türk, uyan!
Türk yurduna girdi düşman
Doğurmuştur seni anan
Bugün için ey Türk uyan!
www.dersturkce.com
2024