SEVGİLİ BABAM METNİ SES DOSYASINI İNDİRMEK İÇİN TIKLAYINIZ...
SEVGİLİ BABAM
Babam doğuştan sağduyu sahibiydi. Doğru dürüst bir eğitim
görmemişti. Yüzyılın başında Kuzey İtalya’nın küçük, kırlık
bir köyünde dünyaya gelmişti. O devirde ancak zenginler
okula giderlerdi. Babam çok yoksul bir çiftçinin oğluydu. Hayatı
nda çalışmadan aylak geçirdiği bir günü bile anımsamadı-
ğını bize sık sık yinelerdi. Çalışmadan yaşamak şkri onun hayatı
nın bir parçası değildi. Aslında çalışmama şkrini aklından
dahi geçirmezdi. ‹nsan, çalışmadan nasıl yaşayabilirdi?
Onun potansiyelini anlayan öğretmeninin ve köy papazının
tüm karşı koymalarına rağmen beşinci sınıftan sonra okula devam
etmesini yasaklamışlardı. Ailesi babamı okuldan aldıktan
sonra, yaşadıkları köye yakın kasabadaki fabrikaya işçi olarak
vermişti. Yıllar sonra aynı kasabada annemle tanışmıştı.
Hayat babama okul olmuştu. Her şeye karşı büyük ilgi duyardı.
Eline geçirdiği her kitabı, gazeteyi, dergiyi okurdu. Çocukluğunda,
kendisinden önce nesiller boyunca Buscagliaların (Buskalya)
yuva sahibi oldukları küçük, ıssız köyün sınırlarının
dışındaki dünyayı, köyün yaşlılarının anlattığı öykülerden
dinlermiş. Babamın öğrenmeye karşı duyduğu derin
saygı ve kendi dışındaki dünyada olup biteni merak edip öğrenme
isteği, onu denizaşırı ülkelere sürüklemiş ve bu huyu,
daha sonra ailesine geçmişti. Elinden geldiğince çocuklarının
hepsine iyi bir eğitim vermeye kararlıydı.
Babam, sabah kalktığımız kadar cahil olarak gece yatağa
girmenin en büyük günahlardan biri olduğuna inanırdı. Bu
kriter, öylesine çok yinelenirdi ki hepimiz etkisi altında kalırdık.
“Öğrenecek çok şey var.” diyerek bize öğrenmenin gerekliliğ
ini sürekli anımsatırdı. “Evet, cahil doğarız ama tüm yaşam
boyunca ancak budalalar cahil kalır.” derdi. Biz evlatları
nın dalga geçip vaktimizi boşa harcamamamızı sağlamak
için ısrarla her gün yeni bir şey öğrenmemizi isterdi. Belirli
bir şey öğrenmemizi istemezdi, öğrendiğimiz her yeni şeyin bizi
bambaşka bir insan yaptığını ve bizleri yeknesaklıktan, sı-
kıntıdan kurtardığını söylerdi.
Böylece babam ayin gibi bir yöntem icat etmişti. Akşam yemeği aileye ayrılacak zamandı ve hepimiz eğer sıtma hastalı-
ğından ölmüyorsak sofra başında toplanmak zorundaydık.
Böylece o gün öğrendiğimiz yeni bilgileri, hep birlikte paylaşabileceğimiz
en uygun fırsatı yakalamış olurduk Tabi biz çocuklar
için bu, çok çılgınca bir yöntemdi. Ebeveynimizin eğitimimiz
için gösterdiği bu ilgiyi, diğer çocukların ebeveynlerinin
gösterdiği ilgiyle kıyaslayınca babamızın biraz garip olduğunu düşünürdük.
Fakat babamızın bu isteğine karşı gelmek de hiçbirimizin
aklından geçmezdi. Böylece kız kardeşlerim ve ağabeylerimle
akşam yemeğine inmeden önce ellerimizi yıkamak için banyoda
toplandığımız zaman birbirimize, “Bugün ne öğrendin?”
diye sormak kaçınılmazdı. Eğer yanıt, “Hiçbir şey.” ise elimizden
hiç düşürmediğimiz ansiklopedimizden bir şey öğrenmeden
sofraya oturmaya cesaret edemezdik. Nepal’in nüfusu...
falan filan.
şimdi elimiz, yüzümüz temizlenmiş, o gün öğrendiğimiz
bilgilerle silahlanmış, sofraya oturmaya hazırız. Masanın üs tüne dağlar
gibi yığılan yiyecekler bugün bile gözlerimin
önündedir. Masanın üstündeki tabaklara hamur işleri, öylesine
tepeleme doldurulurdu ki küçük bir çocuk olduğum için
karşımda oturan ablamın yüzünü göremezdim (Yiyeceklerin
mis gibi kokularını anımsamak, aradan yarım yüzyıl geçtiği
hâlde ağzımı sulandırıyor.).
Akşam yemeği tabak çanak gürültüleri arasında, günün bitip
tükenmek bilmeyen öykülerini anlatmakla geçerdi. Ayrıca
o gün yaptıklarımızı tekrar gözden geçirme fırsatı bulurduk.
Annemiz ‹ngilizce konuşamadığı için konuşmalarımızın hepsini
Piedmontese (Piyetmontes) lehçesiyle yürütürdük. Başımızdan
geçen olaylar, her ne kadar incir çekirdeğini doldurmasa
bile asla haşfe alınmazdı. Annem ve babam bizi can kulağıyla
dinleyip her zaman verecek bir yanıt bulurlardı.
(...)
Masanın başında oturan babam, sandalyesini haşfçe geriye
itince yemek yemeye son vermemizi belirten işareti anlardık.
Onun bu davranışı, yeni bir eyleme başlayacağımızı belirtirdi.
Rahatça oturup arkasına yaslanır, aile bireylerinin gözlerinin
içine bakardı. Her ne sebeptense bu davranış bizi rahatsı
z eder ve babamızın bir şey söylemesini beklerken huzursuzlanı
rdık. Bize sık sık neden böyle yaptığını açıklardı. Eğer
yüzümüze uzun uzun bakmazsa kısa süre sonra biz büyüyünce
çocukluğumuzu özleyeceğini söylerdi. Bu nedenle hepimizin
yüzüne uzun uzun bakardı.
Sonunda ilgisini birimizin üstüne çevirirdi. Bana “Felice
(Felis), sen söyle bakalım, bugün neler öğrendin?” derdi.
“Nepal’in nüfusunun ... şu kadar olduğunu öğrendim.”
Sessizlik.
Söylediklerimin hiçbiri babama anlamsız gelmezdi. Bu
davranışı da beni her zaman hayrete düşürür, onun haşf kaçı
k olduğu yolundaki inancımı kuvvetlendirirdi. Önce sanki
dünyanın kurtuluşu benim söylediklerime bağlıymış gibi uzun
uzun düşünürdü.
“Nepal’in nüfusu... Hımmm... Pekâlâ.” Sonra en sevdiği
meyvenin son lokmasını bardağının içindeki süte batıran anneme
dönüp bakardı: “Anne, bunu biliyor muydun?” Annemin
yanıtları her zaman şaşırtıcıydı. Aynı zamanda sofrada
esen gergin havayı yumuşatırdı. “Nepal?” derdi. “Nepal’in
nüfusunun kaç olduğunu bilmemekle kalmayıp Tanrı’nın ülkesinin
nerede olduğunu da bilmiyorum.” Tabi bu yanıtı, babamı
n tuzağına düşmemek için verirdi.
Babam da: “Felice, git atlası getir de annemize Nepal’in
nerede olduğunu gösterelim.” derdi ve bundan sonra araştırma
başlardı. Bütün aile, hep birlikte haritada Nepal’in yerini
arardık. Aynı deneyim, ailenin her ferdinin başından geçerdi.
Evimizde hiçbir akşam yemeği, yarım düzine bilgiyi öğrenmeden
geçmezdi.
Biz çocuklar o günlerde bu küçük eğitici derslerin bilgilerimizi
ne kadar derinleştirdiğini asla anlayamazdık. Bilgi
alışverişini pek önemsemezdik. Sofradan bir an önce kalkıp
bizden daha az bilgili arkadaşlarımızla bağırıp çağırarak kuka
oyununa başlayabilmeyi iple çekerdik. Geriye baktıkça, insanların öğrenmek için nasıl çaba harcadıklarını inceledikçe babamızın bize ne kadar dinamik bir
eğitim tekniği verdiğini, sürekli öğrenmenin değerini güçlendirdiğini anladım. Babamın bize verdiği eğitim tekniğinin farkı
na varmadan ailemiz gelişmiş, deneyimlerini paylaşmıştı;
böylece birbirimizin gelişmesine yardımcı olmuştuk. Babam da
farkına varmadan bize gerçek bir eğitim sistemi öğretmişti.
Yüzümüze bakarak, bizleri dinleyerek, söylediklerimizi
tartarak, fikirlerimize saygı göstererek bizim değerlerimizi
doğrulayıp kendimize saygı duymamızı sağlamakta hiç kuşkusuz
bizim en etkili öğretmenimiz olmuştu.
(...)
şimdi yorucu bir günün sonunda eve döndüğümde, başımı
yastığa koymadan önce odamın içinde babamın “Felice, bugün
ne öğrendin?” diye soran sesini duyuyorum.
Bazı günler, yeni bir şey öğrendiğimi anımsamıyorum.
(...)
Bunun üstüne yataktan kalkıp kitap raşarını gözden geçirip
yeni bir şey araştırıyorum. Sonra babamın isteğini yerine
getirip o günü boşa geçirmemiş olmanın huzuru içinde gözlerimi
kapatıyorum. Ne de olsa Nepal’in nüfusunu bilmenin insana
ne zaman, nerede yararı dokunacağını kimse bilemez.
Leo BUSCAGLIA
www.dersturkce.com
2024