Muhsin Ertuğrul
Çağdaş Türk tiyatrosunun temelini atan ve geliştiren Muhsin Ertuğrul 29 Nisan 1979'da İzmir’de öldü. Ölümünden bir ay önce Ege Üniversitesi Senatosu, Türk tiyatro ve sinemasına yaptığı hizmetler nedeniyle Ertuğrul’a “fahri doktor” unvanı vermişti. 7 Mart 1892’de İstanbul’da doğan Muhsin Ertuğrul, özel Tefeyyüz Mektebi’nde okurken tiyatroya ilgi duydu ve aktör olmaya karar verdi. 30 Temmuz 1910’da Burhanettin Kumpanyası’nda sahneye çıktı ve Othello, Hamlet piyeslerini oynadı. Bir süre sonra İsmail Galip Arcan, Behzat Budak gibi oyuncu arkadaşlarıyla kurduğu “Yeni Turan Temsil Heyeti”nde yönetmenlik ve oyunculuk yaptı, Şehzadebaşı’nda açtığı Ertuğrul Sineması’nda ise film önesi kısa gösteriler sundu. Muhsin Ertuğrul, 1913 sonunda karıştığı bir siyasi olay nedeniyle sınırdışı edilince Fransa’ya gitti. Paris konservatuvarına tüm uğraşmalarına karşın giremedi, ancak oradaki tiyatrolar ve sinema stüdyolarında gözlemler yaptı. İstanbul’a döndüğünde “Ertuğrul Muhsin ve Arkadaşları” topluluğunu kuran sanatçı, kuruluş çalışmalarına katıldığı Darülbedayi’de öğretmenliğe atandı. Ancak, I. Dünya Savaşı başlayınca Darülbedayi, tiyatro okulu olmaktan çıkıp bir tiyatro topluluğuna dönüştü. Bunun üzerine sanatçı Berlin’e giderek sinema ve tiyatro incelemerinde bulundu, Karanlıkta Işık filminde uzun bir rol oynadıktan sonra İstanbul’a döndü. 1917’de Halit Fahri Ozansoy’un Baykuş piyesini sahneleyen Ertuğrul, başrolde ihtiyar bir köylüyü oynadığında 25 yaşındaydı. Kısa bir süre yeniden Berlin’e giderek Beranien Düşesi filminde ihtilalci bir subay rolünü oynadı ve yurda döndükten birkaç ay sonra Temaşa dergisinde sinema eleştirileri yazdı. Robert Kolej’de, Halide Edip’in librettosunu yazdığı, Vedi Sabar’nın bestelediği Kenan Çobanları operasını hazırladı. İstanbul Film Şirketi adınai başrolünü de oynadığı Samson filmini çekti, yanı sıra Üstat Film Şirketi’nde yönetmenlik yaptı. 1921’de Darülbedayi’de yönetmen olarak göreve başlayan Ertuğrul, yönetin kurulunun ve diğer birimlerin sanatçılardan oluşması için girişimlerde bulununca, arkadaşlarıyla birlikte Darülbedayi’den çıkarıldı. Bunu üzerine çeşitli filmler çekmeye başladı ve Kurtuluş Savaşı üzerine ilk belgesel sayılan Zafer Yolları adlı filmini gerçekleştirdi. Türk tiyatro tarihinde “Ferah dönemi” olarak bilinen çalışmalarını Ferah Sineması’nda sürdürürken 1925’te gittiği Sovyetler Birliği’nde Meyerhold, Stanislavski, Ayzenştayn gibi sanatçılarla tanıştı; Tamilla ile Spartaküs filmlerini çekti. İstanbul’a döndüğünde Belediye Başkanı Muhittin Üstündağ’ın önerisiyle Darülbedayi’de sanat yönetmeni oldu. İlk sesli Türk filmi olan İstanbul Sokaklarında ve Bir Millet Uyanıyor filmlerinin çeken Ertuğrul, bu dönemde operetlerle revülere ağırlık verdi ve 15 Aralık 1932’de “Goethe Madalyası” ile onurlandırıldı. Karım Beni Aldatırsa, Söz Bir Allah Bir, Leblebici Horhor Ağa, Aysel Bataklı Damın Kızı filmlerinde senarist olarak Mümtaz Osman takma adını kullanan Nâzım Hikmet’le çalıştı. Eşi Neyyire Neyir ile bir süre Perde ve Sahne dergisini çıkaran Ertuğrul, açılması için uğraş verdiği İstanbul Açık Hava Tiyatrosu’nda Kral Oidipus’u sahneledi. 1949 Temmuz’unda Devlet Tiyatrsosu ve Operası genel müdürlüğüne atandı ve Büyük Tiyatro’yu gösterilere açtı. Bir Komiser Geldi oyunundaki müfettiş rolüyle oyuncu olarak son kez sahnede görünen sanatçı, 1950’de Büyük Tiyatro’da balo yapılmasına karşı çıkınca Demokrat Parti iktidarının tepkisini çekti ve görevinden istifa etti. Türkiye’de Batılı anlamda ilk özel tiyatro “Küçük Sahne”yi, Yapı Kredi Bankası’nın desteğiyle kuran Ertuğrul, Devlet Tiyatroları genel müdürlüğüne ikinci kez atandığında, tiyatronun Adana, İzmir ve Bursa sahnelerini açtı. 1958’de görevden alınan sanatçı, bir yıl sonra İstanbul Şehir Tiyatrosu başrejisörü oldu; Kadıköy, Fatih, Üsküdar, Zeytinburnu sahnelerini açtı. 1964’te Türkiye’de ilk kez Brecht’in bir oyununu Sezuan’ın İyi İnsanı’nı ve Shakespeare’in 400. doğum yıldönümü nedeniyle beş sahnede beş Shakespeare oyunu sahneletti. Bu çalışmaları eleştiriler aldı ve 1966’da İstanbul Belediye Meclisi’nin kararıyla başrejisörlük kadrosu kaldırıldı. Basında ve TBMM’de sürekli tartışılan “Muhsin Ertuğrul Olayı” tiyatroya indirilen tiyatroya indirilen bir darbe olarak yorumlandı. İstanbul Üniversitesi Gazetecilik Enstitüsü’nde “tiyatro eleştirisi” dersleri veren Erturğrul, yeniden çağrılmasına karşın Şehir Tiyatrosu’nda görev almadı. Kültür Bakanı Talât Halman’ın çabasıyla 23 Ekim 1971’de Cumhuriyet tarihinde ilk kez bir sanatçıya, Muhsin Ertuğrul’a Devlet Kültür Armağanı verildi. Şehir Tiyatroları genel sanat yönetmenliğine atandığında 82 yaşında olan Ertuğrul, semt tiyatrosu, öğle tiyatrosu, gezici tiyatro gibi çeşitli uygulamalarla yeni bir tiyatro seferberliği başlattı ancak iç çekişmeler üzerine 1976’da görevi bıraktı. Çeşitli gazete ve dergilerde yazılarını sürdüren Muhsin Ertuğrul’un İnsan ve Tiyatro Üzerine Gördüklerim (1975) adlı bir kitabı vardır.
HALDUN TANER HAYATI / HALDUNTANER HAKKINDA BİLGİ
Babası son Osmanlı meclisinde milletveli olan Haldun Taner, Galatarasay Lisesi'ni bitirdikten sonra devlet tarafından Almanya'ya gönderildi. Heidelberg Üniversitesi'nde İktisat ve Siyasal Bilgiler öğrenimi gördü ancak hastalığı nedeniyle yurda dönerek Erenköy Senatoryumu'nda tedavi gördü. Tedavisini tamamladıktan sonra İstanbul Üniversitesi Alman Dili ve Edebiyatı Fakültesi'ni 1950 yılında tamamlayarak aynı fakültenin Sanat Tarihi bölümüne asistan oldu. Dört yıl asistan olarak çalıştıktan sonra Viyana'ya giderek Max Reinhardt Tiyatro Enstitüsü'nde öğrenim gördü ve Viyana'daki tiyatrolarda yönetmen yardımcılığı yaptı. Aynı yıllarda Viyana Doğubilim Enstitüsü'nde Türkçe dersleri verdi. 1957'de yurda dönerek önce İstanbul Üniversitesi Gazetecilik Enstitüsü'nde edebiyat ve sanat tarihi dersleri ardından da Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih, Coğrafya Fakültesi'nde ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nde tiyatro tarihi dersleri verdi.
1967 yılında Ahmet Gülhan, Zeki Alasya ve Metin Akpınar'la birlikte Devekuşu Kabere Tiyatrosu'nun kurucuları arasına katılan Haldun Taner, Milliyet ve Tercüman gazetelerinde uzun süre köşe yazarlığı yaptı. 1945 yılında ilk hikâyesi 'Töhmet'i, Haldun Hasırcıoğlu adıyla "Yedigün" dergisinde yayınladı.
Hikâyelerinde daha çok büyük kentte yaşayan orta sınıf bireylerin yaşamını konu alan Taner, daha çok gözlemlerinden yola çıkarak olayları yergisel bir dille aktarır. "Onikiye Bir Var" adlı hikâyesi 1955 Sait Faik Hikâye Armağanı'nı, "Yalıda Sabah" adlı hikâyesiyle 1983 yılında Sedat Simavi Edebiyat Ödülü'nü, Sersem Kocanın Kurnaz Karısı ile de 1972 Türk Dil Kurumu Tiyatro Ödülü'nü kazanmıştır.
Öykü yazarlığından çok Türk tiyatrosuna katkılarıyla anılan Haldun Taner, geleneksel tiyatro ile maddeci-epik tiyatronun yerleşmesine öncülük etmiştir. Önceleri değişen toplumsal değerleri, eski ile yeni arasındaki tezatlığı bireyleri ön plana çıkararak ortaya koymuşsa da sonradan epik tiyatro tekniklerini kullanarak göstermeci ve seyirlik özellikler taşıyan bir tiyatro anlayışı benimsedi. Daha sonra da siyasal taşlama ve yergiyi içiren tiyatro kabere tiyatrosu oyunlarının örneklerini verdi. Türk tiyatrosunun ilk epik oyunlarından sayılan "Keşanlı Ali Destanı"nda gecekondu yaşamının toplumsal-ekonomik çelişkileri bir kahramanlık parodisi içinde verilir. "Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım" da ise insanların sömürülmesinin tarihsel dönemler içinde sergilenmiş ve bireyin edilgen davranışları eleştirilmiştir. Haldun Taner 7 Mayıs 1986'da İstanbul'da yaşamını yitirdi.
Eserleri:
Hikâye: Yaşasın Demokrasi (1949), Tuş (1951), Şişhaneye Yağmur Yağıyordu (1953), Ayışığında Çalışkur (1954), On İkiye Bir Var (1954), Konçinalar (1967), Sancho'nun Sabah Yürüyüşü (1969), Kızıl Saçlı Amazon (1970), Toplu Hikayeleri Hikayeler I (1970), Hikayeler II (1970), Hikayeler III (1971)
Oyunlar: Günün Adamı (1953), Dışarıdakiler (1957), Ve Değirmen Dönerdi (1958), Fazilet Eczanesi (1960), Lütfen Dokunmayın (1961), Huzur Çıkmazı (1962), Keşanlı Ali Destanı (1964), Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım (1964), Eşeğin Gölgesi (1965), Zilli Zarife (1966), Vatan Kurtaran Şaban (1967), Bu Şehr-i İstanbul Ki (1968), Astronot Niyazi (1970), Ha Bu Diyar (1971), Dün Bugün (1971), Sersem Kocanın Kurnaz Karısı (1971), Aşk-u Sevda (1973), Dev Aynası (1973), Yar Bana Bir Eğlence (1974), Ayışığında Şamata (1977), Hayırdır İnşallah (1980)
Günce/Anı/Gezi: Düştüm Yollara Yollara (1979)
Fıkra/Makale/Anlatı:Hak Dostum Diye Başlayın Söze (1976)
Düzyazı/Derleme/Notlar: Yaz Boz Tahtası (1982), Çok Güzelsin Gitme Dur (1983), Koyma Akıl, Oyma Akıl (1985), Önce İnsan Olmak (1987)
Konuşma/Röportaj/Mektup: Devekuşu'na Mektuplar (1960), Berlin Mektupları (1984)
Yaşamöykü/Biyografi/Tanıtma: Ölür ise Ten Ölür Canlar Ölesi Değil (1979)
Sözülük: Tiyatro Terimleri Sözlüğü (Metin And ve Özdemir Nutku'yla birlikte, 1966)
Ahmet Vefik Paşa, 1832 yılında İstanbul'da doğmuştur. Önce mühendislik okuluna başlamasına rağmen, babası Paris'teki elçilikte görevlendirilince, oğlunu da yanına alıp Fransa'ya gitmiştir ve oğlunu St. Louis Lisesi'ne yazdırmıştır. 1937'de İstanbul'a döndüğünde on beş yaşında olan Ahmet Vefik, Fransızca'yı iyi düzeyde öğrenmiş, aynı zamanda Latince eğitimi de almıştır. Doç Dr. Nurhan Tekerek'in aktardığına göre Paris ve St. Louis Lisesi'nde; “Corneille, Moliére, Racine, Rousseau, Balzac, Bern Ardin de Saint-Pierre, Stendhal, Chateaubriand gibi Fransız klasiklerini okumak, onlar hakkında yapılan açıklamaları dinlemek fırsatını elde e[der]”. 18 yaşındayken, babasının tayini Londra'ya çıktığında, yine ona eşlik edecek ve orada İngiliz tiyatrosunu yakından izleme ve tanıma imkânı bulmuş olacaktır. Ancak, Vefik Paşa'yı diğer Tanzimat ve Meşrutiyet münevverlerinden/aydınlarından farklı kılan yanı; bu kadar batı etkisinde eğitim almış olmasına rağmen kendisini Osmanlı aydını olarak muhafaza etmesindeki başarıdır. O dönemde Osmanlı içişlerine karışma sevdalısı olan Fransızlarla ters düştüğünden, ikinci kez görev için gittiği Paris'ten İstanbul'a geri çevrilmiş ve Divan-ı Muhasebat Müsteşarı olarak göreve alınmıştır. Ancak, Ahmet Vefik Paşa, tiyatro konusunda içinde onulmaz bir ateşin yanmasına engel olamamaktadır. Her ne kadar bir devlet adamı olsa da, Paris tiyatrolarında izlediği ve hem oyun yazarı hem de rejisör olarak Moliére'e neredeyse hayranlık duymaktadır. Türk sahnesinin Moliére'liğine soyunmak sevdasındaki bu bürokrat/diplomat için Fransız yazarın eserlerinden faydalanmadığını düşünmek imkansızdır. Önce Zoraki Nikah ve Zoraki Hekim oyunlarını olayları değiştirmeden, 17. yüzyıldaki Fransız ahalisinin “huy, anlayış, konuşma şekli ve kısacası her bakımdan, 19. yüzyıldaki Osmanlı yaşantısına uygun hale getirir. Paşa'nın ilk adaptasyonu diyebileceğimiz, Zor Nikah 1868-1869 senelerinde Gedikpaşa Tiyatrosu'nda oynanmıştır. Söz konusu edilen adaptasyonu sonraki sezonda Tabib-i Aşk (Aşk Doktoru) izledi. Daha sonra da tercüme/adaptasyon çalışmalarına devam eden Paşa'nın insani ve sosyal yönü kuvvetli bu eserleri çok yerinde bir şekilde seçmiş olduğunu anlayabiliyoruz. Bu arada sadece tiyatro ile ilgili değil, Türk dili ve kültürüne katkıları da ; örneğin sözlük çalışmaları yapma yoluyla süreklilik göstermektedir. Oldukça karışık bir dönemde Meclis i Mebusan başkanlığına getirilmiş olmasından ötürü başarılı olmayınca, hem kendisinin hem de Hüdavendigar (Bursa) halkının kaderini değiştirecek olan tayin kararı gelir,. Ahmet Vefik Paşa; Bursa Valiliği'ne atanmıştır.
Tiyatroya olan hevesini ve coşkusunu yeni atandığı bu kentte de kaybetmemiş olan Paşa, dönemin tiyatro oyuncularından Fasulyacıyan, Hiranuş, Koharik Şirinyan gibi isimleri Bursa'da izledikten sonra, onları ertesi gün makamına çağırmış ve; “Size bir tiyatro yaptıracağım, eserler vereceğim ve onları oynayacaksınız, yaptıracağım tiyatroya para vermeyeceksiniz, sadece Gureba (yetimler) için yılda iki oyunu onların hayrına oynayacaksınız” demiştir. Bu olayı aktaran o zamanların ünlü tiyatro oyuncularından biri olarak bilinen Ahmet Fehim Efendi'dir. Bundan sonraki aşamada Paşa, Moliére'in bütün oyunlarını tercüme etmeye başlar, Bursa tiyatrosunun tüm masrafını da öder. Paşa görevinden azledildikten sonra hakkında övgüler yazmakla ünlü gazetelerden “Tercüman-ı Hakikat”'te, valinin dillerde dolanan ve garip sayılan hallerine iki tane daha ilave edildiği yazılmıştır. “Paşanın uykusu kaçtığı geceler, odasında sabaha kadar yüksek sesle Moliere'den Fransızca pasajlar irşad etmesi de yine o devirde bir başka manyaklık sayılmaktadır. (aktaran Tekerek) “, ancak gazetede özellikle iki tuhaf huyundan daha söz edilir:
1. Halkı cebren tiyatroya sevk ediyor.
2. Kendisi el çırparsa halkın el çırpmasına izin veriyor, kendisi alkışlamamış da halktan biri alkışlamışsa adamı açıkça eleştiriyordu.
Kısacası Ahmet Vefik Paşa'nın görevinden alınmasına yol veren nedenlerin başında tiyatro yaptırması, sanatı koruması, piyesler oynatması, aktörlerin parasını devlet bütçesinden ödemesi gibi genelde kapısı tiyatroya açılan sorunlar gelmektedir. Paşa'nın azlinden önce yayınlanan bir bildirgede, özellikle onuncu ve on birinci maddeler dikkate şayandır: Madde 10: Valiliğe tâyininden azline kadar tiyatro ile uğraşmış, İstanbul'dan Fasulyacıyan namında birinin idaresinde olarak getirttiği bir kumpanya üç sene boyunca haftada üç gece oynamıştır, biletler vilayet matbaasında bastırılmış ve Zaptiye çavuşları tarafından ahaliye dağıtılmıştır; halktan toplanılan hasılatın ayda sekiz bin kuruşa kadar çıktığını kumpanyanın direktörü söylemiştir. Hükümet sıfatına yakışmayacak surette piyeslerin provasında bulunmuştur. Zaptiyeler marifetiyle birtakım fahişelere bilet verecek ve fahişeleri tiyatroya getirtecek kadar bilet sattırarak halkı zarara sokmuştur. Haftanın birkaç gecesini kadınlara ayırarak onları da tiyatroya getirtmiş, aralarına fahişeleri de sokmuştur. Zaptiyelerden teşkil edilen bir mızıka takımını da tiyatroya tahsis etmiştir. Madde 11: Cehalet içinde yüzen ehâliye maarifi yayacağı yerde gayretini tiyatronun idaresine hasretmiştir. Kız mektebi muallimi İbrahim Efendi'yi aktirislere hoca tâyin ederek, halkın ondan nefret etmesine ve bu yüzden birtakım kızların mektebi bırakmalarına sebep olmuştur. Tiyatroya mahsus on dokuz piyesi resmî ruhsat almadan Bursa matbaasında bastırmıştır, bundan dolayı da matbaaya yirmi bin kuruş borcu kalmıştır. (Sevengil, 130) Bursa'dan ayrıldıktan sonra tiyatrosu kapatılmış olan Ahmet Vefik Paşa için Prof. Dr. Metin And, Osmanlı Tiyatrosu kitabında; “Türk Tiyatrosu için bu önemli dönem kapanmıştır. Böylece Bursa'daki tiyatro 1879-1892'ye dek üç yıl sürmüştür(88)” demektedir. Yunan İşgali (1925) sırasında yanan tiyatronun yerine yapılan, Bursa Devlet Tiyatrosu'na, “Ahmet Vefik Paşa Tiyatrosu” ismi gerek Bursa, gerekse Türk tiyatrosu için oldukça önemli bir insanın hatırasını anmak maksadıyla konulmuştur. 21 Nisan 1891'de hayata gözerini yuman Ahmet Vefik Paşa hayatı boyunca “Beni Sultan Mahmut Türbesi'ne gömmesinler, ömrüm boyunca uğraştığım adamlarla bir de ahirette kapışmak istemem” dediğinden, Eyüp Sultan Mezarlığı'na gömülmüştür.
3. Moliére Tercümeleri:
Ahmet Vefik Paşa'nın Moliére külliyatının hepsini dilimize kazandırdığını biliyoruz. Her ne kadar Ahmet Fehim Efendi, “Paşa'nın aslından tercüme ettiği otuz dört oyunu da oynadık” diyorsa da, Moliére'nin sadece otuz iki oyunu olduğundan bu mümkün değildir. Dolayısıyla Ahmet Vefik Paşa'nın on dokuz adaptasyon yaptığını ve basılmış olarak on altı tanesinin elimize kaldığını söyleyebiliriz. Ahmet Vefik Paşa'nın neden yeni oyunlar yazmak yerine çeviri ve adaptasyon yöntemini tercih ettiğine ilişkin Reşat Nuri Güntekin şunları söylemektedir:
Ahmet Vefik Paşa Türk tiyatrosunun hakiki piri ve patronudur; hakiki sanat tiyatrosunu onun kadar iyi anlayan yetişmemiştir. Ahmet Vefik Paşa, işe Moliére'i adapte etmekle başlamıştır; bu demir gibi bir başlangıçtır.
Paşa, memlekette yerli malı eserle tiyatro kurulmayacağını biliyordu, fakat yabancı eser tercümesiyle de bunun kâbil olmayacağını anlayacak kadar mütekamil kafalı ve sanat işlerine vâkıftı. Tiyatroda vaka icat etmek ve bunlara enteresan bir piyes kurmak zor iştir. [...] Yerli edebiyatçı birdenbire tiyatro yapamaz, fakat hazır patron üzerine elbise biçip diken terzi gibi hazır bir piyes üzerinde çalışmak suretiyle iyi bir adaptasyon meydana getirilmesi daima mümkündür. O zaman kendisinin yapacağı iş orijinal piyesteki tip ve vakaların karşılıklarını kendi muhitinde arayıp bulmak ve o evvelkilerini bunlarla değiştirmekten ibaret kalır. [...] Muharrir ve aktör gibi seyircinin de başka türlü yetişmesine ve normal yoluna girerek ilerlemesine imkan yoktur. (137) Ancak, Ahmet Vefik Paşa'yı Moliére uyarlamaları yapmaya iten bir başka sebep, Melahat Gül Uluğtekin'in isabetli bir şekilde belirttiği üzere; “Aslında Moliére'nin, bir taraftan eleştirel bakış açısına sahipken, öbür taraftan monarşiyle olan zorunlu bağı ve burjuva bir yaşam biçimi benimsemiş olması,Tanzimat dönemi aydınlarının çelişkilerine benzemektedir. İki dönem arasındaki bu benzerlik, Ahmet Vefik'in süreç öncesi çeviri normlarını etkilemiş olma[sıdır] (92)”.
Ahmet Vefik Paşa başka yazarlardan da adaptasyon ve tercüme yapmıştır. Refik Ahmet Sevengil'in naklettiğine göre; Paşa'nın “Arapça, Farsça, Fransızca, İtalyanca ve Latince kadar Çağatay Lehçesine de hâkim olduğu bilinir. Ayrıca Rusça, Almanca ve eski Yunanca'yı da okuyup anladığı (138)” söylenmektedir. Tercümelerinde ve adaptasyonlarında Arapça ve Farsça kelimeler geçse de bunlar, kişileri oldukları gibi konuşturmak için olup, oyunu anlamayı zorlaştırmayan ve yeni yetişen seyirciye sahneye ve tiyatro sanatına yakınlaştırmayı hedefleyen özelliktedirler. Mustafa Nihat Özön, Zoraki Nikâhı kitabının başında Paşa'nın kullandığı dile ilişkin okuyucuyu şöyle bilgilendirir:
Vefik Paşa'nın yazılarında kullandığı dil, imlâ ve söz dizimi bakımından ilk zamanlardan beri, “garip, acayip, kendine mahsus” gibi sözlerle nitelenmiştir. [...] Öteki yazılarını bir taraf bırakarak, yalnız tiyatro eserleri için diyebiliriz ki; Vefik Paşa konuşma dilini başarılı bir şekilde kullanmıştır. Konuşma dilini başarılı kullanması sadece, açık bir dille yazıp yazı dilindeki bazı özellikleri konuşma diline uydurmaktan ileri gelmektedir. Vefik Paşa, [...] doğrudan konuşulanı yazmıştır. (10)
Osmanlı İmparatorluğu'nda, Tanzimat Dönemi'nde, yeni bir medeniyet projesini hayata geçirmek için biraraya gelmiş olan ve “Kurucular ” (günümüzde bu insanlara toplum mühendisi denilmektedir) sıfatıyla adlandırabileceğimiz bir grup özverili ve çalışkan insanın arasında, Ahmet Vefik Paşa'nın Öncü Kurucular 'dan biri olarak nitelendirilebilecek kadar özel ve saygın bir yeri vardır. Bir Osmanlı aydını/münevveri olarak yaşadıkları, Türk tiyatro sanatını, neredeyse bütün bir Rus edebiyatının Gogol'ün Palto'sundan çıkmasına benzer şekilde, setresinde saklaması, büyütmesi ve henüz çocuk yaşında iken onu başka hamilere bırakmak zorunda kalması, tiyatromuzun hafızasına asla silinmeyecek kadar güçlü bir karakter olarak adını yazmasıyla neticelenir. Ahmet Vefik Paşa, aslında bir devlet adamı ve yerel yönetici olmasına karşın, gündelik hayatın karmaşasında estetik hazlardan kendisini mahrum etmek bir yana, bunu etrafındakilerle paylaşmak için duyduğu güçlü heyecanı, idealizmle birleştirerek, sanat için neredeyse yoktan var etmeyi bilen, inatçı ve kararlı tutumuyla göz dolduran bir insandır. Yaşadığı zamanın ve mekânın oldukça ötesinde bir zihin yapısına sahip olmasından ötürü de, etrafındakiler tarafından kelimenin tam anlamıyla “grotesk” bir figür değerlendirilir. Bu gerçeğin de farkında olan Paşa, “Ben kendime deli dedirtinceye kadar az mı uğraştım” diyebilecek kadar da şansına münhasır bir kişiliktir. Ahmet Vefik Paşa'nın ismini Bursa'daki tiyatro binasında ilk gördüğü günden beri ona karşı bir gönül borcu hisseden bu satırların yazarı, bu büyük tiyatro insanının aziz hatırası karşısında eğilmektedir.
www.dersturkce.com
2024