7.SINIF MİLLİ KÜLTÜRÜMÜZ PROJE GÖREVİ
Sevgili Öğrenciler,Türk büyükleri (Atatürk, Nasrettin Hoca, Mevlâna, Fatih Sultan Mehmet, Mimar Sinan vb.), Türk el sanatları(kilim, oya, kanaviçe, halı, bakırcılık, taş ve ağaç kullanan enstrümanlar (saz, kaval, ut, ney, kanun, def, zil, darbukavb.), Türk geleneksel sporları (güreş, cirit vb.), seyirlik oyunlar (Karagöz, meddah, orta oyunu, köy seyirlikoyunları vb.), halk oyunları (zeybek, halay, horon, çiftetelli vb.), Türk mutfağı (yöresel yemekler, tatlılar, çorbalarvb.) konularından birini ya da birkaçını seçerek konu hakkında ayrıntılı bilgilerin sunulduğu bir derleme yazısıhazırlamanızı ve sunmanızı istiyorum.
Geleneksel El Sanatları
İnsanoğlunun çağlar boyunca izlediği gelişim süreci incelendiğinde, ortaya çıkan, el sanatlarının hep bir ihtiyacı karşılamak üzere üretildiği sonucuna varılır.
Geleneksel Türk El Sanatları Anadolu-nun binlerce yıllık tarihinden gelen çeşitli uygarlıkların kültür mirasıyla- kendi öz değerlerini birleştirerek zengin bir mozaik oluşturmuştur.
Geleneksel Türk El Sanatlarını- halıcılık-kilimcilik cicim zili sumak kumaş dokumacılığı, yazmacılık çinicilik seramik çömlek yapımcılığı işlemecilik oya yapımcılığı deri işçiliği müzik Aletleri yapımcılığı, taş işçiliği bakırcılık sepetçilik semercilik maden işçiliği keçe yapımcılığı örmecilik ahşap ve Ağaç işçiliği, arabacılık vb. sıralanabilir
Anadolu topraklarında üretilen el sanatları için de bu durum geçerlidir. Anadolu insanı, yün, pamuk, tiftik, keten gibi hammaddelerden barınağını (çadırını), dolabını (çuvalını), yaygısını, bebeğini taşıyacağı malzemeyi (çarpana) dokumuştur ve dokuduğunu kesip dikerek giysisini yapmıştır. Ahşap, maden, cam, deri, toprak, kemik ve boynuz gibi maddeleri de beceriyle şekillendirip mutfak araçlarını, tarım ve hayvancılıkta kullanacağı aletleri, mobilyasını ve süslerini tasarlayıp üreterek ve ürettiğini kullanarak yaşamını sürdüre gelmiştir.
Ağaç İşleri Oymacılığı
Barınma gereğinden doğan mimari, bölgelerin coğrafi koşullarına göre biçimlenmiş, çeşitlenmiştir. Buna bağlı olarak gelişen Ahşap işçiliği Anadolu’da Selçuklu döneminde gelişip, kendine özgü bir niteliğe ulaşmıştır. Selçuklu ve Beylikler dönemi ağaç eserler daha çok mihrap, cami kapısı, dolap kapakları gibi mimari elemanlar olup üstün işçilik içermişlerdir. Osmanlı döneminde sadeleşerek daha çok sehpa, kavukluk, yazı takımı, çekmece, sandık, kaşık, taht, kayık, rahle, Kur’an muhafazası gibi gündelik kullanım eşyaları ve pencere, dolap kapağı, kiriş, konsol, tavan, mihrap, minber, sanduka gibi mimari eserlerde uygulanmıştır.
Ağaç işçiliğinde kullanılan malzeme daha çok ceviz, elma, armut, sedir, abanoz ve gül ağacıdır. Kakma, boyama, kabartma-oyma, kafes, kaplama, yakma gibi tekniklerle işlenen ahşap eşyalar günümüzde de kullanılmaktadır. Bu teknikler İlimizde halen devam eden hammaddesine göre değer kazanan baston ve asaların kullanımı yüzyıllar boyunca sürmüş, 19. yüzyılda iyice yaygınlaşmıştır. Müzik aleti olarak “Kemençe”, Akyazı İlçesi-Altındere Beldesi’nde, “Davul” ise Geyve ilçesinde yapılmaktadır. Bu aletler ağaç, bitki ve hayvanların; deri, bağırsak, kıl, kemik ve boynuzlarından yararlanılarak yapılmaktadır.
Akyazı İlçemizde ağaç işlerinde geçme tekniği kullanılır. Geçme; diğer adıyla Kündekari, sekizgen, baklava, yıldız ve benzeri geometrik şekillerin bir çatma tekniği ile birbiriyle bağlanmasıyla oluşturulur. Ağaç parçaları oluklu ağaç kirişleri ile iç içe geçirilerek bağlanır. Bunları bağlamak için çivi veya tutkal kullanılmaz. Malzeme olarak en çok ceviz, armut, çınar, ıhlamur ve meşe ağacının kullanılır.
Dokumacılık
Türk El Sanatları Hakkında Anadoluda çok eskiden beri yapıla gelen çoğu yörede geçim kaynağı olmuş ve olmaya devam eden bir el sanatıdır.
El sanatlarımızın zarif örneklerinden olan oyalar süslemek, süslenmek amacından başka taşıdıkları anlamlarla bir iletişim aracı olarak da kullanılmaktadır. Günümüzde Anadolu’da tığ iğne mekik, firkete-filkete gibi araçlarla yapılan oyaların ya bordür ya da bir motif olarak tasarlanmış olanları, kullanılan araç doğrultusunda ve tekniklerine göre değişik adlar almaktadır. Bunlar iğne, tığ, mekik, firkete filkete, koza, yün, mum, boncuk ve kumaş artığı olarak sıralanabilir Kastamonu-Konya Elazığ Bursa Bitlis Gaziantep İzmir Ankara, Bolu Kahramanmaraş Aydın İçel Tokat Kütahya gibi şehirlerimizde daha yoğun olarak yapılmakta ancak eski önemini kaybederek çeyiz sandıklarında varlığını korumaya çalışmaktadır
Kaşıkcılık
Taraklı İlçesi’nde yüzyıllardan bu yana sürdürülen çok yaygın geleneksel bir el sanatıdır. İlçenin Alballar, Kemaller, Esenyurt ve Uğurlu köylerinde yaşatılan bu gelenek, bugün halen onlarca “Kaşık Evi/Kaşık Odası”nda sürdürülmektedir. Bu köylerimizde özellikle kış aylarında yoğun bir üretim yapılmaktadır. İkiyüze yakın aktif ustası ile kaşıkçılık, ilin en yaygın geleneksel el sanatları arasındadır. Daha önceki yıllarda Taraklı İlçe merkezi ve tüm köyler kaşık, kepçe, yaba, maşa, semer ve tarak işleriyle uğraşırken, son zamanlarda ham madde bulmak zorlaşınca bu işleri meslek edinen köylerin dışında uğraşan insan sayısı oldukça azalmıştır. Kaşıklar, özel olarak inşa edilmiş kaşık evlerinde/odalarında yapılır.
“Kaşık Evi/Odası”, kaşık yapımı için evlerin bitişiğine, 1,5 metre yüksekliğinde ve 3 m² genişliğinde kaşık odaları yapılır. Bu kaşık odasında 3 kaşık ustası birlikte çalışır. Kaşık ustaları haftanın 6 günü çalışıp yalnızca cumartesi günü dinlenirler.
Kaşık yapımında çeşitli bıçak ve keskiler kullanılır. Kaşıklar kepçe, yemek kaşığı ve mama kaşığı olarak üç boyda imal edilir.
Kaşık imal aşamaları şöyledir:
* Birinci safha: Ağaç iki kaşık boyunda tomsak halinde kesilir. Tomsak halindeki ağaç nacakla taslak haline getirilip kaşık formuna sokulur. Bu işe “taslama” denir.
* İkinci safha: Nacakla baş ve sap kısımları düzeltilir. Bu safhaya “iğinnek” denir.
* Üçüncü safha: Kaşık yapımı için özel olarak yapılmış “kaşık tezi” üzerinde keserle ağız kısmının içi oyulur. Bu işleme “keserlek” denir.
* Dördüncü safha: Özel olarak yapılmış bıçakla sapı ve arkası düzeltilir.
* Beşinci safha: Kaşığın içi “iğdi” denen özel bıçakla keser izleri düzeltilip, inceltilir. Bu safhaya “yalaklama” denir.
* Altıncı safha: Törpü ile kaşığın dışı düzeltilerek bıçak izleri kaybedilir.
* Yedinci safha: Bu aşamada kaşık zımparalanıp, yün veya keçe ile perdahlanır. Bu aşamadan sonra kaşık kullanıma hazırdır.
Kaşık yapımında şimşir ve kayın ağacı kullanılır. Şimşir ağacından yapılan kaşık diğer ağaçların kaşıklarına göre daha değerlidir.
Kaşık odalarında, kaşığın yanında kepçe, şekerlik, çerezlik ve çeşitli hayvan figürleri (at, deve, kartal, fil) de yapılır. Yani çeyiz sandığı, sehpa, telefonluk, resim çerçevesi, tepsi, rahle (sini), mihale (altlık), abajur, ekmek sepeti, peçetelik vb. ev, kullanım ve süs eşyası, bu geleneksel sanatçılarının ürünleri arasında yer almaktadır.
Bastonculuk
Tamamen el emeği göz nuru olan ve başta Taraklı, Akyazı ilçeleri ve Kayalar Memduhiye Köyü’nde olmak üzere yaşatılan bastonculuk, özellikle Akyazı’da yapılan geçme ağaçlı ve çok motifli baston çeşitleri ile Kayalar Memduhiye Köyü’nde biçim ve işleme zenginliği bakımından nitelikli bir biçimde baston üretimi yapılmaktadır.
Hammadesinin tamamı ya da büyük bir bölümü ağaçtan imal edilen bu bastonlarda Yılan baş, Kurtbaş, atbaşı, Balıkbaşı,Kartal başı ve Arslan başı gibi motifler yer almaktadır. Baston ve asaların sap kısımları; gümüş, altın, kemik, sedef gibi malzemelerden, gövde kısımları ise gül, kiraz, abanoz, kızılcık, bambu, kamış vb. ağaçlardan yapılmaktadır. Günümüzde değişik biçim ve malzemeden yapılmış, sapları ve gövdesinde boya, metal işlemeli motifler, elle tutulan bölümünde birçok farklı materyal kullanılan değişik amaç için bastonlar yapılmaktadır. Bastonlara, yerli ve yabancı turistlerin özel bir ilgi göstermesi el sanatlarına olan ilginin yurtdışına da sıçraması Baston Ustalarını özel siparişler hazırlanma yoluna sevk etmiştir. İlimizde de baston yapımı, gelenek ve göreneklerine bağlı olmakla birlikte zamanın gerektirdiği tüm yeniliklere açık ve bu yeniliklere çok kısa zamanda uyum sağlayabilen bir yapıya dönüşmüştür.
Ağaç, bu ustaların elinde ağaç olmaktan çıkmakta, bir hanım parmağına dolanan iplik misali, her defasında “bir benzeri daha olmayan“ bastonlar üretilmektedir. Bu bastonlar el sanatları ustalarının işine olan sevgi ve saygısını simgelemektedir. Sakarya Kayalar Memduhiye’deki Nihat ÇAKINER yörede yaşayan en önemli baston ustasıdır.
Semercilik
Sakarya’da 30-40 yıl öncesine kadar “At” ve “Eşek” gibi hayvanların binek ve yük taşıyıcı olarak önemli bir yeri vardı. Tarlalardaki ürünler eşeklerle ile kente getirilirdi. Tarlada el ile biçilen buğday sapları, diğer ürünler eşeğin üzerinde toparlanıp bağlanarak harman yerine getirilirdi.
Önceden şehir içerisinde her çeşit yük taşımacılığı da “Eşeklerle” ya da “At Arabaları” ile yapılırdı. Günümüzde taşımacılığın motorlu araçlarla yapılması, yani traktörlerle kente ulaştırılması neticesinde at ve eşek gibi hayvanlar önemini yitirmiş, dolayısıyla “Semercilik” zenaatı 3-5 dükkan dışında hemen hemen terkedilmiştir. Bu sanat günümüzde Geyve, Taraklı ve Pamukova’daki 2-3 dükkanda yaşatılmaktadır.
Yük ve binek hayvanı olarak kullanılan at, eşek ve katır gibi hayvanların taşıyacaklar yükün hayvanın sırtına zarar vermemesi için ağaç iskelet üzerine deri ile keçe arası kamış otları ile doldurulup sarılarak dikilen semer çok özen isteyen bir sanat dalıdır. Dengesiz yapılmış bir semer hayvanın sırtının yaralanmasına neden olur.
Taraklı, Geyve ve Pamukova ilçelerinde eski geleneksel anlayışla (usta-çırak ilişkisiyle) yetişmiş birkaç usta tarafından halen sürdürülen semer yapımı; günümüzde turistik amaç kapsamında minyatür biçimde de üretilmektedir.
Süpürgecilik
93 Harbi sırasında (1877-1878 yıllarında), başta Balkanlar ve Rumeli’nden gelen Muhacirler (göçmenler) tarafından yöreye taşınmış bir geleneksel el sanatıdır. Süpürge gelişen teknoloji karşısında temizlik aracı olarak önemini yitirmekte olup geleneksel bir sanat ürünü olarak değerini korumaktadır.Nişan ve düğün geleneklerinde aynalı veya süslü süpürge diye de anılan çeşidiyle birlikte farklı ebatlarda ve aksesuarlarla üretilen süpürgeler, Türkiye’nin dört bir yanında rağbet görmektedir. 1957’de Süpürgeciler Borsası’nın ilde faaliyete geçmesi ile birlikte daha örgütlü bir yapıya kavuşmuştur. Günümüzde hem geleneksel, hem de modern araç ve gereçlerle üretimi yapılmaktadır.
Geçmişte küçük dükkanlarda süpürge üreten esnafı bugün, daha modern bir üretim tekniğiyle belli alanlarda (Eski garajlar ve Ticaret Borsası içindeki bölgede) üretim yapmaktadır.
Geleneksel süpürge üretiminde; tarladan toplanan süpürge telleri süpürge yapımına uygun uzunlukta kesilir. Tohumları ve yaprakları ayıklanıp demetler haline getirilerek üretici tarafından Borsada satışa çıkarılır. Üreticinin belirlediği fiyatlar üzerinden açık arttırma ile süpürge yapımcıları tarafından satın alınan süpürge telleri, yumuşak olması ve kükürtün kolay ıslanması için su ile ıslatılır. Islatılan teller küçük kapalı ve bir ocağı bulunan penceresiz bir odaya konarak kükürtle ağartılır. Ağartılan bu süpürge telleri “ayıklayıcı” diye anılan kişi tarafından bıçakla ayıklanır. Kalın, dolgun ve etli olanlar tepelik, ince ve cılız tellerde işlik olarak ayrılır. Kısa, kırık, koyu renkte düzgün olmayan teller ayıklanarak küçük el süpürgeleri ve top süpürge yapımında kullanılır. Teller “sarıcı” larca (taslakçı) temizlenir. 4-9, ya da daha çoğu bir araya getirilip, yavru demetler yapılır. Bunların ikisi birleştirilir, pamuk ipliğiyle bağlanarak, süpürge taslağı oluşturulur.
“Bağlayıcı”larca (tepeci) bu taslağın sapına 4-5 tel yerleştirilerek, tepelik yapılır. “Ayakcak” denilen ayak mengenesinden yararlanılarak sap, üç ya da daha çok yerinden galvanize telle bağlanır. Süpürge taslağına “el mengenesi” (falaka) yardımıyla süpürge biçimi verilir. Tokmakla vurularak bu biçim pekiştirilir. Üç ya da daha çok yerinden çuvaldızla dikilir. Evlenme geleneklerinde önemli yer tutan ve sapına kabara denilen iri başlı özel bir çivi çakıldığında kullanan bayanın kız olduğunun göstergesi; evin kapısı dışına asıldığında ise burada evlenecek çağda kız bulunduğunu belirten simge olan ve aynalı şekliyle evlenen kızın çeyiz eşyaları arasında vazgeçilemez konumdaki süpürge, yukarıda sözü edilen işlemlerden sonra kullanıma sunulmak üzere satışa çıkarılır.
Çömlekçilik
Yörede Roma ve Bizanslılar, dönemi kalıntılarda çok sayıda çömlek bulunmuştur. Ancak Çömlekçilik sanatı Adapazarı’na 93 Harbi’nde (1877-1878 yıllarında) gelen Muhacirler tarafından getirilmiş ve yerleştirilmiştir. Sakarya Poyrazlar Gölü çevresinde toprak, çömlek ve tuğla yapımına çok elverişlidir. Çömlek imalinde kullanılan “Cimil” çamurun Poyralar Gölü ve çevresinde bulunuşu, Adapazarı’ndaki tek çömlek atölyesinin de Karasu-Kaynarca yol ayrımında Dağdibi Mahallesi’nde
(Köyü’nde) olmasında etkili olmuştur.
Yılın 8 ayı faaliyet gösteren bu atölyede, “Aralık, Ocak, Şubat, Mart” aylarında çalışmazlar. Nedeni ise, kışın çömlek üretiminin yapılamamasıdır.
Yapılışı ve Çeşitleri:Çevreden alınan çamur, çamur yalağına koyulur. Buradan çıkarılarak, silindirden geçirilir ve yabancı maddelerden arıtılır. Daha sonra çırak alır ustanın önünde topaç yapar ve usta çamura işler.İşlenen çamurun hava Şartlarına göre bekleme süresi ortalama 20 gündür. Daha sonra fırına istif olunur. 3 gün 3 gece odunla yanar. Ayar deliklerinden bakılarak, pişip pişmediği kontrol edilir. Piştikten sonra kapıları açılır, 2 gün soğumaya bırakılır ve ocak boşaltılır.
Bu esnada ıskartalar sağlamlarından ayrılır. Normal de bir fırında 1500-2000 parça malzeme çıkar.
Bakırcılık
İnsanoğlunun bakırı bulması ve işlemesini öğrenmesi M.Ö. 5000-3000 tarihlerinde Kalkolitik Çağ denilen Bakır Çağı ile başlamıştır.
Şanlıurfa il sınırları içindeki Hassek Höyük, Kurban Höyük, Lidar Höyük gibi höyüklerde yapılan arkeolojik kazılarda kalkolitik çağa ait bakır kaplar, ok ve mızrak uçları ile iğnelere bol sayıda rastlanılmıştır. Ayrıca Harran’da 1950 yıllarında yapılan Türk-İngiliz ortak kazılarında, içkale içerisindeki bir odanın tavanının tesadüfen çökmesi sonucu bulunan, 11. yüzyıl sonu ve 12. yüzyıl Eyyûbiler dönemine tarihlenen 199 parça nadide madeni eser bakırcılık sanatının bu bölgede ileri bir düzeyde olduğunu vurgulamaktadır.
Ankara Etnografya Müzesi’nde muhafaza edilen bu eserler; işlemeli havanlar, siniler, kazanlar ve çeşitli kaplardan oluşmaktadır. Geçtiğimiz yıllarda Harran Kazıları Başkanı Dr. Nurettin Yardımcı’nın girişimleri sonucunda bu eserlerin çok az bir bölümü Şanlıurfa Müzesi’ne getirtilebilmiş ve teşhire sunulmuştur.
Urfa’daki tarihi geçmişi bu kadar eskilere dayanan bakırcılık sanatı 1960’lı yıllara kadar önemini korumuş, Kazancı Pazarı ve Hüseyniye Çarşıları’ndaki dükkânlarda çok sayıda usta tarafından sürdürülmüştür. 1960’lı yıllarda alüminyum, plastik ve daha sonraları çelikten imal edilmiş fabrikasyon türü mutfak gereçlerinin piyasaya hakim olması ile bu sanat önemini yitirmiştir.
1950’li yıllarda 100 iş yerinde 300 usta ve kalfa ile sürdürülen bakırcılık sanatı günümüzde 10 işyeri ve 30 civarında usta ile sürdürülmeye çalışılmaktadır.
Şanlıurfa bakır işleri “dövme çekiç” tekniğiyle ün salmıştır. Urfalı bakırcı ustalarının bu teknikteki maharetlerinin tartışılmaz olduğu söylenmektedir. Son zamanlarda bazı genç ustalar tarafından “Kabartma Çekiç” tekniğine yönelinerek turistik amaçlı, tarihi yerleri ve özel amblemleri konu alan kabartmalı tepsiler, cezveler yapılmaya başlanmıştır.
Bakırcılık Ürünleri
0.70 mm. İle 1.5 mm. Arası kalınlıklardaki düz ya da disk (yuvarlak) pirinç veya bakır levhalar işlenerek çeşitli formlarda şekillendirilmektedir. Şanlıurfa ve çevresi mutfağının zengin olması, bulgur kaynatma, pekmez ve şire yapma (üzüm suyunun kaynatılması ile yapılan “bastık” (pestil), çekçek, kesme, sucuk ve benzeri tatlıların genel adı “şire”dir), süpha yemeği, hacı yemeği, tirit (fakirlere verilen bir çeşit yemek) gibi 300-500 kişiye verilen ziyafetler bakırdan yapılan mutfak gereçlerinin zengin bir çeşitlilik göstermesine neden olmuştur.
Yemek çeşitlerinin zengin olması, her yemek türü için ayrı bir kazan, ayrı bir tencere, ayrı bir sahan türünün gelişmesine neden olmuştur. Mesela, Tas Kebabı yemeği için özel bir tas biçimi geliştirilmiştir ki sadece bu yemeğin yapımında kullanılır. Sac kavurma yemeği için özel saclar, pilav çeşitleri için özel lengerler imal edilmiştir. Yine aynı şekilde “Bulgur Kazanı”, “Köfte Leğeni”, “Hamur Teşti”, “Ges Teşti” (Çamaşır Teşti) gibi amacına uygun olarak üretilmiş kaplar vardır. Sadece bulgur ve pekmez kaynatmada kullanılan ve “Kollu Tas” denilen tas çeşidi de özel amaçla üretilmiş bakır gereçler arasında yer almaktadır.
Culhacılık
(Bez Oymacılığı)
Uygarlığın Doğduğu Şehir: Şanlıurfa
Şanlıurfa El Sanatları
Yün ipliği, pamuk ipliği ve floş’un kamçılı tezgâhının tek ayakla çalışan çeşidi olan “cakarlı” ve 2-4 ayakla çalışan çeşidi olan “çekmeli” tezgâhlarda dokunarak “Yamşah” (“Neçek”-“Çefiye”) ve “Puşu” gibi baş örtüsü, “Ehram” gibi kadın boy örtüsü haline getirilmesi sanatına Urfa’da “Cülhacılık” denilmektedir.
Cülha tezgâhlarının kamçılı olmayan, yani mekiği el ile atılan çeşitlerinde “Aba” (kadın ve erkek boy örtüsü) ve “Çaput Çul” (Kilim) dokunmaktadır.
30-40 yıl öncesine kadar Kamberiye Mahallesi’nde 100’e yakın kamçılı tezgâhta icra edilen Yamşah ve Neçek dokumacılığı (Cülhacılık) son zamanlarda önemini yitirmiş, tezgâh sayısı 5-6’ya düşmüştür. Hekim Dede Mahallesinde “Kumaşhane” denilen evdeki 10’a yakın tezgâhta 100 yıldan beri cülhacılık yapılmaktaydı. Ancak son yıllarda bu sanata olan ilginin azalması neticesinde bu tarihi imalathanedeki tezgâhlar 1991 yılında dağıtılmış, imalathane konuta dönüştürülmüştür.
Günümüzde Hacı Elagöz, Hüseyin Acı, Hacı Ramazan Çatkın, Mahmut Karataş ve Emin Tek adlarındaki ustalar tarafından sürdürülen bu sanatın, adları bilinen ve bugün hayatta olmayan başlıca ustaları şunlardır: Eyyüp Narnur, İstanbullu Mahmut (aslen Urfa’lı olup lakabı İstanbullu’dur.), Hacı Abdullah Kırıkçı, Muhittin Bayraktar, Yusuf Kaplan, Abdullah Tek, Ramazan Topal, Emin Çiftçi, Hacı İbrahim Cömert, Şıh Müslüm Kırmızı, Müslüm Demirel ve Hacı Sinan.
1650 yıllarında Urfa’yı ziyaret eden Evliya Çelebi, Urfa’da pamuk ipliğinden kapı gibi sağlam bez dokunduğunu, bunun Musul bezinden daha güzel ve temiz olduğunu söylemektedir. Evliya Çelebi’nin sözünü ettiği bu bez, Urfalılar’ın “Kâhke Bezi” dedikleri bez olmalıdır.
1883 tarihli Halep Vilâyet Salnâmesi’nde Urfa’da 221 adet kumaş tezgâhının varlığından söz edilmiş olması dokumacılığın bu ilde çok önemli bir sektör olduğunu vurgulamaktadır.
Keçecilik
Uygarlığın Doğduğu Şehir: Şanlıurfa
Şanlıurfa El Sanatları
Bu tarihi ata sanatı, Şanlıurfa’da Keçeci Pazarı denilen eski çarşıda ve çevresindeki hanlarda sürdürülmektedir.
Eyvana serdim keçe Nêçe bir ömrüm geçe Acep o gün olur mu Yarim elime geçe,
dizeleriyle Şanlıurfa türkülerine konu olan keçe, çocuk oyunlarına da “Ya şundadır, ya bundadır, keçe külah şunun bunun başındadır” tekerlemesiyle geçmiştir.
Fakçı Mustafa, Deveci Abo, Deveci İsa, İsa Karcı adları bilinen ve bugün hayatta olmayan en eski keçeci ustalarıdır. Horasanlı Hacı, Hayati Usta ve Hacı Osman günümüzün yaşlı ustalarıdır.
Keçenin Doğuş Öyküsü
Şanlıurfalı genç keçeci ustalarından Salih Karcı, bu sanatın mucidinin Ebu Said Libadid (Libadid: Arapça Keçenin çoğuludur) adında bir zat olduğunu ve bu keçeyi nasıl icad ettiğini şöyle anlatmaktadır:
“Ebu Said Libabid bugün bizim yaptığımız gibi keçeciliğin bütün işlemlerini yerine getirmiş, ayakla tepme işleminden sonra açtığı keçenin yünlerinin birbirine kaynaşmadığını ve çabuk dağıldığını görmüş tepme süresinin az olduğu kanaatine vararak tepmeye devam etmiş. Ancak bir daha açtığında yünlerin kaynaşmadığını yeniden gözlemiştir. Tepme işine 40 gün devam eden Ebu Said, yine başaramayınca üzünsünüden ağlamaya başlamış. Hem ağlayıp hem tepmeye devam ediyormuş. Keçeyi açtığında göz yaşlarının düştüğü yerlerdeki yünlerin kaynaştığını büyük bir sevinçle farketmiş ve böylece tepme işlemi sırasında yüne su vermek gerektiğini öğrenmiştir.”
Keçenin Yapılışı
Sulak yerlerde büyüyen kuzuların yünlerinin keçe yapımında iyi netice vermediği, çöl kuzularının yünlerinin daha makbul olduğu, bilhassa Harran Ovasında büyüyen 3-4 aylık kuzuların yünlerinden yapılan keçelerin ideal olduğu ustalar tarafından söylenmektedir.
Keçeci dükkânına getirilen siyah renkli yünler nakış işinde, beyaz yünler keçenin alt ve üst yüzeylerinde, kirli renkliler ise orta tabakaya gizlenerek değerlendirilmek üzere ayrılırlar.
Bu yünler dut dalından yapılmış yaya takılan kirişe annep ağacından yapılmış tokmağın “Hallaç” tarafından vurulmasıyla atılır (kabartılır). Yere serilen “Life-kâhke Bezi” (Amerikan Bezi) üzerine “Basta”dan kesilen nakışlar ve “Fitle”ler dizilir. Boşluklara “Boya” tabir edilen kabartılmış renkli yünler yerleştirilir. Üzerine keçenin üst yüzeyini oluşturacak kabartılmış yün “Sepki” ile eşit kalınlıkta serilir. Bunun üzerine işe yaramayan kirli renkli yünler, en üste ise keçenin tabanını oluşturacak yünler serilir. Bazen ilk serilen birinci tabaka yün kalın tutularak ikinci ve üçüncü tabakanın serilmesine gerek duyulmaz ve bu şekilde yapılan keçe daha kaliteli olur.
Bez üzerine serilen yünler el ile sulanarak bez ile birlikte ağaç direğe rulo yapılmak suretiyle yerde sarılır. Rulonun her iki ucu ve çevresi kendir ile iyice bağlanır. Ayakla tepme işlemi başlar. Keçenin büyüklüğüne göre iki veya beş kişi ile yapılan bu işlemde rulo ayakla bir ileri bir geri hareket ettirilerek vurulur. Yarım saat süren bu ilk tepme işleminden sonra rulo açılır. Bu safhada keçenin kenarları saçaklı ve dağınık bir durumdadır. Düzlemek amacıyla kenarlar “Pevantlanır”. Keçe üzerine tekrar su serpilerek ağaç direğe sarılır. Bir saat kadar sürecek ikinci tepme işlemi başlar. Bütün bu işlemler esnasında ustalar tarafından karşılıklı olarak Şanlıurfa folklorunun zengin kaynaklarından olan hoyratlar ve türküler söylenir. Keçeci Pazarına yolu düşen her Şanlıurfalı’nın kulağında bu ezgilerden bir iz vardır.
İkinci tepme işleminden sonra yünler sıkışmış ve “ham” tabir edilen keçe türü elde edilmiştir. Sıra ham keçenin pişirilmesine gelmiştir. Bu amaçla Keçeci Hamamı’na götürülen keçe, bir insanın kucaklayıp göğüsle dövebileceği şekilde katlanır, hamamdaki seki üzerinde çevrilmek suretiyle göğüsle dövülür. Keçeyi göğüsleyenin teri, hamamın sıcaklığı ve su yünün birbirinden ayrılmaksızın kenetlenmesini sağlar. Beş saat kadar süren bu işlem çok yorucu olup sanatın en zor yanıdır.
Keçeci Hamamı, Sultan Hamamı’nın doğusuna bitişik olup Kuzey-güney istikametinde beşik tonozla örtülüdür. Soğukluk ve sıcaklık bölümleri olan hamamın iki yanı boydan boya taş sekilidir. Evliya Çelebi’nin seyahatnamesinde, bu hamamdan bahsetmiş olması hamamın XVII. yüzyılda mevcut olduğunu göstermektedir.
Hamamdan çıkarılan keçenin eğrilmiş kenarları düzlenir, tekrar direğe sarılarak “Direkbaşı Tepilme” denilen ve 15-20 dakika kadar süren son tepme işlemine geçilir. Bundan sonra hazır duruma gelen keçe açılarak gölge ya da güneşe kurumaya bırakılır.
Günümüzde fabrika türü yaygıların üretilmesiyle bu tarihi sanat önemini kaybederek can çekişme safhasına girmiştir. Sandalye minderi, duvar halısı, seccade, heybe, külah, çizme, patik gibi taşınabilecek ve turistlerin ilgisini çekebilecek türde çok renkli keçe ürünlerinin yapımına geçilmesiyle bu sanata canlılık kazandırılması mümkün olabilecektir
Abacılık
Aba, el mekikli cülha tezgâhında deve yününden dokunan ve elbise üzerine giyilen bol bir giysidir. Aba, biçim olarak kürkü andırmaktadır. Erkek ve kadınlar için ayrı modellerde olan bu giysiler günümüzde kullanılmadığından dokunması da terkedilmiştir.
Harran Kapısı, Kaleboynu, Eyyûbiye mahallelerindeki tezgâhlarda icra edilen bu sanatın en eski ustaları Abacı Mustafa, Abacı İbrahim, Halil Yücetepe, Bakır Yücetepe, Said Baba, Bakır Bostancı, Mehmet Boz ve Mehmet Apaydın’dır.
Başlıca Aba Çeşitleri
I. İnce Abalar
1. Haçiya: İnce örülmüş deve yünü ile dokunur. Süslemesizdir. Erkekler tarafından kürkün üzerine giyilir. Kadınlar da giymektedir.
II. Kaba Abalar
1. Sa’dûni: Kaba ipten dokunur. Arkası düz, ön tarafı nakışlı olur.
2. Meşleh: Kaba ipten dokunur. Sa’duni abanın nakışsız modelidir. Kadın ve erkekler tarafından kullanılır.
3. Siyah Aba: Kaba ipten dokunan bu abaya, “Azap Abası” da denilmektedir. Kısa ve uzun kollu çeşitleri vardır. Önü nakışlı, arkası düzdür. Zengin kimseler tarafından giyilir.
4. Kırmızı Aba: Siyah abaya benzer. Daha çok hamallar ve işçiler tarafından giyilir.
5. Kev: Al renkte yünden dokunur. Ön tarafı nakışlı, arka yüzü ve kolları düzdür. Yünü nadir olarak bulunduğundan değerli bir aba türüdür.
Kürkçülük
Hayvan kürklerinin işlenerek giysi haline getirilmesi insanlık tarihinin en eski sanatlarından biridir. Ana rahminde ölen, ya da en fazla 5 aylık iken ölen kuzuların tüylü derilerinden yapılan düz yakalı (yakasız), dış kısmı “Şakaf” denilen siyah kumaşla kaplı aba gibi bolca giysiye Urfa’da Kürk denilmektedir. Urfa’ya has olan bu giysi, Anadolu’da Urfa dışında başka bir yerde yapılmamaktadır. Bilhassa kış aylarında yaşlı ve orta yaşlı kimseler tarafından giyilir. Dükkânlarında camekân bulunmayan esnafın büyük bir kısmı kürklerine sarılarak soğuktan korunmaktadırlar.
Kürk yapımında kullanılan kuzu derilerinin %5-10’u Urfa’dan, ?’ı Tokat, Afyon ve Isparta illerinden sağlanmaktadır.
Kürkler kalite bakımından; İnce Kürk, Orta Kürk ve Kaba Kürk olmak üzere üç kısma ayrılmaktadır. İnce Kürk ana rahminde ölen kuzunun yününden, orta kürk 1-2 aylık iken ölen kuzunun yününden, kaba kürk ise 4-5 aylık kuzunun yününden yapılmaktadır. Kuzunun yaşı büyüdükçe kürkün kalitesi ve değeri düşmektedir.
Kürk yapımında siyah, beyaz ve alaca renkte tüyleri olan üç çeşit deri kullanılmaktadır. Her rengin kıvırcık türü daha makbuldur. Ancak bunların en değerlisi siyah tüylü deridir. Nadir bulunan bu deri cinsi ancak beyaz ve alaca kürklerin yakaları, kol ağızları ve eteklerinin ihtiyacını karşılayabilmektedir. Bu nedenle esnaf kendi arasında siyah renkte kürk imal etmemeyi kararlaştırmıştır ve bu karara titizlikle uyulmaktadır. Siyah tüylü deriler Anadolu’da Tokat’tan, yurtdışından ise Afganistan’dan temin edilmektedir.
Kürk derileri tüy cinsleri bakımından Kıvırcık, Çakmaklı (beyaz tüy dalgalı bir şekildedir) ve düz (tüyler beyaz renkte ve dalgasızdır) olmak üzere üç gruba ayrılır.
1970’li yıllardan bu yana Şanlıurfa’da kürk yelek yapımına başlanmıştır. Gayet ince deriden kıvırcık tüylü olan bu yelekler kaba olmadıklarından ceket altına giyilebilmekte, mide, böbrek ve bel ağrıları olanlar tarafından bilhassa tercih edilmektedir.
Şanlıurfa’da imal edilen kürklerin %’i il merkezinde ve çevre illerde, u’i ise kış geceleri soğuk çöl iklimine sahip Suriye, Irak, Kuveyt, Katar, Suudi Arabistan ve İran gibi ülkelere ihraç edilmektedir. Bazen bu ülkeelerden gelen tüccârlar, kürkleri toptan olarak satın alıp ülkelerine götürmektedirler. Böylece bu ata sanatı canlılığını korumakta ve ülkemize döviz kazandırmaktadır.
Saraçlık
,
“Kösele” denilen kalın deri ve normal ince deri ile hayvan koşum takımları, kemer, silah kılıfı, mermi kılıfı, çanta gibi avcı gereçlerinin yapıldığı sanata Saraçlık, bu işle uğraşanlara da Saraç denilmektedir.
Atçılık ve At’a verilen önem dolayısıyla Saraçlığın eski Türk sanatları arasında önemli bir yeri vardır. Şanlıurfa’da ünlü Arap atlarının yetiştirilmiş olması, saraçlık sanatının önemini arttırmış ve bu sanata büyük ilgi duyulmasına sebep olmuştur.
1650 yıllarında Urfa’yı ziyaret eden Evliya Çelebi, Urfa’daki saraçlıktan bahsederek saraçhanesini şu cümlelerle anlatmaktadır: “…. Saraçhanesi İbrahim Halil Irmağı kıyısındadır. Onun için Bağdat serdabı gibi soğuk su ile sulanmış anayolun iki tarafı ma’mur ve güzel, mevsiminde türlü çiçeklerle süslü olup geçenlerin içini açar. Oralarda bütün bilgi sahiplerinin toplandığı, dinlendiği yerler vardır.”
Evliya Çelebi’nin sözünü ettiği saraçhânenin yeri kesin olarak bilinmemektedir. Bu sanat, günümüzde Hüseyniye Çarşıları yakınındaki “Saraç Pazarı” denilen çarşıda sürdürülmektedir. Eskiden 15-20 dükkânın yer aldığı bu çarşıda günümüzde 3-4 dükkân bulunmaktadır. Bilhassa At’ın toplum hayatındaki yerini kaybetmiş olması saraçlık sanatının gerilemesine neden olmuştur.
Bu sanatın bilinen en esk ustaları Hacı Mahmut Sedef, Sadık Basmacı, Ahmet Zılfo, Toşo Usta, Abdülkadir Nahya, Ahmet Sedef, Hacı Mehmet Nimetoğlu’dur. İmam Bakır Nahya ve Ali Kaşıkçıoğlu günümüzün en tanınmış saraç ustalarıdır.
Saraçlıkta kullanılan kalın deriler, düz kösele, sabunlu kösele, yağlı kösele ve glase (kundura derisi-ince deri) olmak üzere dört sınıfa ayrılır. Bu deriler, eskiden Urfa’daki Debbağhâneden sağlanırdı. Urfa Debbağhânesi’nin kapanması üzerine malzemeler günümüzde başka illerden sağlanmaktadır.
Kaba işlerde; Tosun (Öküz) ve Manda derisi, ince işlerde; Dana derisi (glase deri) kullanılmaktadır. Saraçlık sanatında deri malzeme yanında toka, düğme, çıt çıt, gem, üzengi, zincir, çapraz (maşa) gibi metal malzemelerde kullanılmaktadır.
Bel kemeri, eğer, livan başlığı, üzengi takımları sabunlu kösele ve düz kösele ile yapılmaktadır. Sabunlu kösele daha sağlam olduğundan tercih edilmektedir. Dizgin ve benzeri koşum takımları da yağlı kösele ile üretilmektedir. “Glase” denilen deri ile tabanca kılıfı ve tüfek rahtı yapılmaktadır.
Tarakçılık
Şanlıurfa’nın geleneksel el sanatlarından olan tarakçılık, günümüzden 50-60 yıl öncesine kadar Eski Arasa Hamamı ile Hoca Abdülvahit Camii arasında kalan çarşıdaki 20 kadar dükkânda icra edilirdi. Fabrika türü plastik tarakların imal edilmesiyle önemini yitiren bu sanatın son ustası Şıh Müslüm Özbal’dır.
Tarakçı, Bakır, Tarakçı Mehmet ve Tarakçı İmam, bu sanatın 30-40 yıl öncesinin tanınmış ustalarından idi.
Bugün bu sanatı terk etmiş olan Şıh Müslüm Özbal Usta, tarak kullanma alışkanlığının saçta kepeklenmeyi, dökülmeyi ve bitlenmeyi önlediğini söylemektedir.
Şanlıurfa’da tarak; deve’nin bacak kemiğinden, annep, armut ve iyi cins ceviz ağacından yapılmaktadır. Beyaz renkteki deve kemiği fildişi görünümü verdiğinden, diğerlerine nazaran sert ve dayanıklı olduğundan daha çok tercih edilmektedir. Bu kemik ayrıca tarakçılar tarafından göze sürme çekmekede kullanılan “Sürme Mili”, eskiden berberlerin sünnet esnasında kullandıkları “Sünnet Mili” ve tabanca kabzasına kakma yapımında kullanılmaktadır. Deve kemiği ayrıca tespihçiler tarafından tespih yapımında da kullanılmaktadır.
Annep, armut ve ceviz ağaçlarının kesildikten sonra kurumaları için, üzerlerinden 1 yaz mevsimi geçmesi gerekmektedir. Şanlıurfa’da yetiştirilen ceviz ağaçlarının kerestesinin tarak yapımına elverişli olmadığı söylenmektedir. Bu iş için daha çok, siyah kalitede olan Elazığ ve Diyarbakır’ın ceviz ağaçları tercih edilmektedir.
Deve kemiği ve ağaç bulunmadığı durumlarda nadir olarak Camız boynuzundan da tarak yapılmaktadır. Ancak, sıcak suya karşı dayanıksız olan ve çabuk eğilen camız boynuzu, fazla tercih edilmektedir.
Şanlıurfa’da Yapılan Tarak Türleri
1. Kadın Tarağı: 9×7.5 cm. boyutunda olup dişleri uzun kenara açılır. Tarağın genişliğine göre iki, üç veya dört parça kemikten yapılır.
a. İki tarafı sık dişli,
b. Bir tarafı seyrek, bir tarafı sık dişli,
c. Tek tarafı sık dişli,
d. Tek tarafı seyrek dişli olmak üzere dört ayrı çeşidi vardır.
2. Sakal Tarağı: 6×6.5 cm. boyutunda olup tek parça kemikten yapılmıştır. Tek tarafı sık dişlidir ve dişler uzun kenara açılmıştır. Sakal taramada kullanılır.
3. Erkek Tarağı: 10×4.5 cm. boyutunda olup iki parça kemikten yapılmıştır. Tek taraflı ve ince dişlidir.
Halıcılık
ve Kilimcilik
Türk halıları, tüm dünyadaki ev eşyaları arasında en çok satılanlarıdır. Zengin renkleri, sıcak tonları ve olağanüstü dokuları ile geleneksel motifleri Türk halılarının 13. yüzyıldan bu yana koruduğu mevkide büyük bir paya sahiptir. 13. yüzyılda Anadolu’yu dolaşmış olan Marco Polo, bu halıların güzelliği ve sanatsal değeri üzerine yorumlarda bulunmuştur. Bu dönemden kalan ve Selçuk halıları olarak bilinen diğer bir kaç halı, orta Anadolu’daki bir çok camide keşfedilmiştir. Selçuk Halıları bugün Konya ve İstanbul’daki müzelerde sergilenmektedir. Marco Polo’nun 1272 senesinde övmüş olduğu halıların aynısına bakıyor olabileceğimiz düşüncesi oldukça heyecan vericidir.
Türk Kilim ve Halı dokumacılığının Anadolu’daki yayılması ve gelişmesi Selçuklu İmparatorluğu dönemine rastlamaktadır. Dokuma sanatı Anadolu’ya 11. yüzyılın sonları ve 12. yüzyılın başlarına doğru en güçlü dönemini yaşamış olan Selçuklular tarafından tanıtılmıştır. Bir çoğu halen belgelenememiş sayısız halı parçasının yanı sıra, Selçuklu kökenli 18 adet halı ve parçası bulunmaktadır. Bilinen en eski Selçuklu halıları 13. ve 14. yüzyıllardan kalmadır. Bu halıların 8′i Selçukluların başkenti olan Konya’daki Alaattin Camisi’nde 1905 yılında Alman Konsolosluğu üyesi Loytred tarafından bulunmuştur. Bulunan bu halıların 1220 ile 1250 yılalrı arasında Selçuklu bölgesinde dokunmuş olduğu bilinmektedir.
3 büyük eksiksiz kilim, diğer bir takım ufak kilimlerden kalmış 3 büyük parça ve büyük kilimlerden kalmış 2 oldukça küçük parçadan oluşan 8 çarpıcı kilim 1930 yılında Beyşehir’deki Esrefoğlu Camisinde bulunmuştur. Günümüzde, bu kilimler Konya’daki Mevlana Müzesi’nde ve Londra’daki Kier Kolleksiyonunda sergilenmektedir. Üçüncü bir grup halı kalıntısı ise 1935-1936 yıllarında Fostad’da ( Eski Kaire) bulunmuştur. Fostad’da bulunmuş bu 7 kilimin 14. yüzyılda Anadolu’da dokunmuş olduğu belgelenmiştir. Bahsettiğimiz bu 18 kilimin ortak tasarım özelliği Kufic kenarları, 8 uçlu yıldız ve geometrik motifleridir. Orta Asya kökenli Türk kilimleri 14. yüzyıla kadar tüm karakteristik özelliklerini korumuştur. Osmanlıların tüm Anadolu’da kontrolü ele geçirmelerinden sonra motiflerin karakteristik özellikleri ve ölçülerinde bir takım değişimler olmaya başlamıştır.
Osmanlı Hükümdarlığı esnasında bir çok Türk kabile beraber yerleşip bir dizi kasaba ve küçük şehir kurmaya karar vermiştir. Hereke şehri Marmara Denizi’nin kıyısında İstanbulun 60 km kadar doğusunda kurulmuştur. İlk saray halısı atölyesi Hereke’de tesis edilmiştir ve Osmanlı saraylarını dekore etmek üzere değişik ölçülerde halı dokumacılığına başlanmıştır. Bu istisnai güzellikteki kilimler aynı zamanda barış ve savaş dönemlerinde Avrupa ülkeleriyle ilişkileri pekiştirmek adına kral ve kraliçelere, ordu komutanlarına hediye olarak da yollanmıştır. 14. yüzyıl sonlarına doğru bu kilimler Avrupa evlerine, kiliselerine ve şatolarına girmeye başlamıştır.
14.-16. yüzyıllar süresince Türk kilim tasarımları Holbein, Lotto, Memling ve Van Eyck gibi Avrupalı birçok ünlü sanatçının resimlerinde yer almıştır. 16. yüzyıl başlarında Avrupalı neredeyse her prensin kendine özel bir koleksiyonu vardı. Viyena’da insanların kilim almasına ise ancak 1671′den sonra izin verilmeye başlanmıştır. Türklerin Viyena’yı terketmesinden sonra birçok Türk kilimi çadırlar içinde bırakılmıştır. Bu sayede güzel Türk halıları Avrupa halkı tarafından tanınmıştır. Bir süre sonra ise Avrupalı kral ve kraliçeler şatolarını ve saraylarını ziyarete açmışlardır. Bu da Türk kilimlerine olan ilgiyi arttırmış ve bu sayede kilimlere olan talep de artmıştı.
19. yüzyılda İstanbul’un Kumkapı, Topkapı ve Üsküdar gibi bölgelerinde saray halısı atölyeleri açılmaya başlanmıştır. 1891 de ise Sultan Abdülhamit II Hereke’deki atölyelerin sayısını ve büyüklüğünü arttırmıştır. Böylece Hereke’deki halı dokumacılığı çeşitlilik kazanmıştır. Bu gelişim süresince Orta Asya’dan Anadolunun ovalarına ve kıyı şeritlerine kadar Anadolu kilimleri saflığını ve karakteristik özelliklerini korumuştur. Türk saray kilimleri Türk egemenliğideki kaynaklardan esinlenmiş olup Türk standart ve gereksinimlerine göre değişikliklere uğramıştır. Bu süreç içerisinde kilimler Avrupa’da da hakettikleri yere ulaşmıştır. Hereke, Uşak ve Bergama gibi bölgelerin kilimleri zaman içinde ünlenmiştir. Anadolu kilimlerinin tasarım, renk ve sembolleri inanılmaz bir şekilde zengindir. Bu kilimler günümüzde 750den fazla köyde dokunmaktadır.
www.dersturkce.com
2024