YUNUS EMRE'NİN DİVANINDAN SEÇMELER
YUNUS EMRE'NİN ŞİİRLERİNDEN ÖRNEKLER
SENİ SIYGAYA ÇEKER/BİR MOLLA KASIM GELİR
Ben dervişim diyene
Bir ün edesim gelir
Tanıyuban şimdiden
Varup yetesim gelir
Sırat kıldan incedir
Kılıçtan keskincedir
Varıp anın üstüne
Evler yapasım gelir
Altında gayya vardır
İçi nâr ile pürdür
Varıp ol gölgelikte
Biraz yatasım gelir
Ta’n eylemen hocalar
Hatırınız hoş olsun
Varuban ol tamu’da
Biraz yanasım gelir
Ben günahımca yanam
Rahmet suyunda yunam
İki kanat takınam
Biraz uçasım gelir
Andan Cennet’e varam
Hak’kı Cennet’te görem
Hûri ile gılmanı
Bir bir koçasım gelir
Derviş Yunus bu sözü
Eğri büğrü söyleme
Seni sıygaya çeker
Bir Molla Kasım gelir
MÂNÂ EVİNE DALDIK
Mânâ evine daldık
Vücut seyrini kıldık
İki cihan seyrini
Cümle vücutta bulduk
Yedi yer yedi göğü
Dağları denizleri
Uçmağ ile tamuyu
Cümle vücutta bulduk
Gece ile gündüzü
Gökte yedi yıldızı
Levhte yazılı sözü
Cümle vücutta bulduk
Musa ağdığı Tûr’u
Yoksa Beyt_ül Mü’mur’u
İsrafil çalan sûru
Cümle vücutta bulduk
Tevrat ile İncil’i
Furkan ile Zebur’u
Bunlardaki beyanı
Cümle vücutta bulduk
Yunus’un sözleri hak
Cümlemiz dedik sadak
Nerd’istersen orda Hak
Cümle vücutta bulduk
KALANLARA SELAM OLSUN
Aralık 19th, 2006 — yeguner
Bu dünyadan gider olduk
Kalanlara selam olsun
Bizim için hayır dua
Kılanlara selam olsun
Ecel büke belimizi
Söyletmeye dilimizi
Hasta iken halimizi
Soranlara selam olsun
Tenim ortaya açıla
Yakasız gömlek biçile
Bizi bir asân vechile
Yuyanlara selam olsun
Azrail alır canımız
Kurur damarda kanımız
Yuyacağın kefenimiz
Saranlara selam olsun
Selâ verile kastımıza
Gider olduk dostumuza
Namaz için üstümüze
Duranlara selam olsun
Dünyaya gelenler gider
Hergiz gelmez yola gider
Bizim halimizden haber
Soranlara selam olsun
Miskin Yunus söyler sözün
Yaş doldurmuş iki gözün
Bizi bilmeyen ne bilsin
Bilenlere selam olsun
İÇÜBENİ YUTAN GELSİN
Bugün sohbet bizim oldu
Bize bizim diyen gelsin
Bu aşk zehrin seve seve
İçübeni yutan gelsin
Kanaat hırkası içre
Selâmet başımı çektim
Melâmet gömleğin biçtim
Ârif olup geyen gelsin
Bu aşk meydanı içinde
Çağırdım bir avaz ettim
Müezzinlik bizim oldu
İmam oldum uyan gelsin
Bu ummanda türlü türlü
Gevher vardır elim ermez
Akar rahmet suyu çağlar
Gönül kirin yuyan gelsin
A dostlar işidin sözüm
Dün etmişim bu gündüzüm
Yavı kılmışam kend’özüm
Bu hak yola giren gelsen
Yunus miskin anı görmüş
Eline bir divan almış
Âlimler okuyamamış
Bu mânâda duyan gelsin
HAK CİHANA DOLUDUR
Hak cihana doludur
Kimseler Hakk’ı bilmez
Onu sen senden iste
O senden ayrı olmaz
Dünyaya inanırsın
Rızka benimdir dersin
Niçin yalan söylersin
Çün sen dediğin olmaz
Ahret yavlak ıraktır
Doğruluk gey yaragtır
Ayrılık sarp firaktır
Hiç varan geri gelmez
Dünyaya gelen göçer
Bir bir şerbetin içer
Bu bir köprüdür geçer
Cahiller onu bilmez
Gelin tanış olalım
İşi kolay kılalım
Sevelim sevilelim
Dünyaya kimse kalmaz
Yunus sözün anlarsan
Ma’nisini dinlersen
Sana bir amel gerek
Bunda kimesne kalmaz
GEL DOSTA GİDELİM GÖNÜL
Yoldaş olalım ikimiz
Gel dosta gidelim gönül
Haldaş olalım ikimiz
Gel dosta gidelim gönül
Gel gidelim can durmadan
Suret terkini urmadan
Araya düşman girmeden
Gel dosta gidelim gönül
Gel gidelim kalma ırak
Dost için kalalım yarag
Şeyh’in katındadır durak
Gel dosta gidelim gönül
Terk edelim ili şarı
Dost için kılalım zarı
Ele getirelim yâri
Gel dosta gidelim gönül
Bu dünyaya kanmayalım
Fanidir aldanmayalım
Bir iken ayrılmayalım
Gel dosta gidelim gönül
Biz bu cihandan geçelim
O dost iline uçalım
Arzu hevadan geçelim
Gel dosta gidelim gönül
Kılavuz olgıl sen bana
Yönelelim dosttan yana
Bakmayalım önden sona
Gel dosta gidelim gönül
Bu dünya olmaz payidar
Aç gözünü canın uyar
Olgıl bana yoldaş u yâr
Gel dosta gidelim gönül
Ölüm haberi gelmeden
Ecel yakamız almadan
Azrail hamle kılmadan
Gel dosta gidelim gönül
Gerçek erene varalım
Hakk’ın haberin soralım
Yunus Emre’yi alalım
Gel dosta gidelim gönül
EVVEL BENEM AHİR BENEM
Evvel benem ahir benem
Canlara can olan benem
Azıp yolda kalmışlara
Hazır medet eden benem
Bir karara tuttum karar
Benim sırrıma kim erer
Gözsüz beni nerde görer
Gönüllere giren benem
Kün deminde nazar eden
Bir nazarda dünya düzen
Kudretinden han döşeyip
Aşka bünyad olan benem
Düz döşedim bu yerleri
Baskı kodum bu dağları
Sayvan gerdim bu gökleri
Yeri sonra düren benem
Halk içinde dirlik düzen
Dört kitabı doğru yazan
Ak üstüne kara dizen
Ol yazdığı Kur’an benem
Dost ile birliğe yeten
Buyruğu neyise tutan
Mülk eyleyip dünya düzen
O bahçıvan hemen benem
Ben bu yere buyuracak
Yeryüzüne gün vuracak
Ulu deniz mevc urucak
Gemiye yol bulan benem
Diller damaklar şaşıran
Aşk kazanın taşıran
Hamza’yı Kaf’tan aşıran
O ağulu yılan benem
Yunus değil bunu diyen
Kendiliğidir söyleyen
Mutlak kâfir inanmayan
Evvel ahir zaman benem
DERVİŞLİK DEDİKLERİ
Dervişlik dedikleri
Hırka ile taç değil
Gönlün derviş eyleyen
Hırkaya muhtaç değil
Hırkanın ne suçu var
Sen yoluna varmazsan
Vargıl yolunca yürü
Er yolu kalmaç değil
Dirsin Şeyh’in aşkına
Yalın ayak başı açık
Er var dirlik dirlikmiş
Yalın ayak aç değil
Durmuş marifet söyler
Erene Yunus Emrem
Yol eriyle yoldadır
Yolsuza yoldaş değil
BİZE DİDAR GEREK DÜNYA GEREKMEZ
Bize didar gerek dünya gerekmez
Bize mânâ gerek dâvâ gerekmez
Bize Kadir gecesidir bu gece
Ko seher olmasın seher gerekmez
Bize aşk şerbetinden sun a saki
Bize uçmaklarda Kevser gerekmez
Badyalarda dolu dolu içelim biz
Biz esrik olmazız humar gerekmez
Yunus esriyiben düştü sokakta
Çağırır Taptuk’ una âr gerekmez
AŞKIN ALDI BENDEN BENİ
Işkun aldı benden beni bana seni gerek seni
Ben yanarım düni güni bana seni gerek seni
Ne varlığa sevinürem ne yokluğa yirinürem
Işkun ile avınuram bana seni gerek seni
Işkun âşıklar öldürür ışk denizine taldurur
Tecellîyile toldurur bana seni gerek seni
Işkun şarâbından içem Mecnûn olup tağa düşem
Sensin dün ü gün endîşem bana seni gerek seni
Sûfilere sohbet gerek ahîlere ahret gerek
Mecnunlara Leylî gerek bana seni gerek seni
Eğer beni öldüreler külüm göğe savuralar
Toprağum anda çağıra bana seni gerek seni
Cennet cennet dedikleri bir kaç köşkle birkaç huri
İsteyene ver onları bana seni gerek seni
Yûnus’durur benüm adum gün geldükçe artar odum
İki cihanda maksûdum bana seni gerek seni
MEVLANA’NIN MESNEVİ’SİNDEN HİKAYELER
MEVLANA’NIN MESNEVİ’SİNDEN ÖRNEKLER
Hz. Mevlâna Celaleddin-i Rûmi (1207-1273)
Mevlâna 30 Eylül 1207 yılında bugün Afganistan sınırları içerisinde yer alan Horasan yöresinde, Belh şehrinde doğmuştur. Mevlâna'nın babası Belh şehrinin ileri gelenlerinden olup sağlığında "Bilginlerin Sultanı" ünvanını almış olan Hüseyin Hatibî oğlu Bahaeddin Veled'dir. Annesi ise Belh Emiri Rükneddin'in kızı Mümine Hatun'dur. Sultânü'l-Ulemâ BahaeddinVeled, bazı siyasi olaylar ve yaklaşmakta olan Moğol istilası nedeniyle Belh'ten ayrılmak zorunda kalmıştır. Sultânü'l-Ulemâ 1212 veya 1213 yıllarında aile fertleri ve yakın dostları ile birlikte Belh'ten ayrıldı.
Sultânü'l-Ulemâ'nın ilk durağı Nişâbur olmuştur. Nişâbur şehrinde tanınmış Mutasavvıf Ferîdüddin Attar ile de karşılaşmıştır. Mevlâna burada küçük yaşına rağmen FerîdüddinAttar'ın ilgisini çekmiş ve takdirlerini kazanmıştır. Sultânü'l-Ulemâ Nişâbur'dan Bağdat'a ve daha sonra Kûfe yolu ile Kâbe'ye hareket etti. Hac farizasını yerine getirdikten sonra dönüşte Şam'a uğradı. Şam'dan sonra Malatya, Erzincan, Sivas, Kayseri, Niğde yolu ile Lârende'ye (Karaman) geldi. Karaman'da Subaşı Emir Musa'nın yaptırdıkları medreseye yerleşti.
1222 yılında Karaman'a gelen Sultânü'l-Ulemâ ve ailesi burada 7 yıl kaldı. Mevlâna 1225 yılında Şerefeddin Lala'nın kızı Gevher Hatun ile Karaman'da evlendi. Bu evlilikten Mevlâna'nın Sultan Veled ve Alâeddin Çelebi adında iki oğlu oldu. Yıllar sonra Gevher Hatun' u kaybeden Mevlâna bir çocuklu dul olan Kerra Hatun ile ikinci evliliğini yaptı. Mevlâna'nın bu evlilikten de Muzaffereddin ve Emir Alim Çelebi adlı iki oğlu ve Melike Hatun adlı bir kızı dünyaya geldi.
Bu yıllarda Anadolu'nun büyük bir kısmı Selçuklu Devletinin egemenliği altında idi. Konya ise bu devletin başşehri idi. Konya sanat eserleri ile donatılmış, ilim adamları ve sanatkarlarla dolup taşmıştı. Kısaca Selçuklu Devleti en parlak devrini yaşıyordu ve devletin hükümdarı Alâeddin Keykubad idi. Alâeddin Keykubad, Sultânü'l-Ulemâ BahaeddinVeled'i Karaman'dan Konya'ya davet etti ve Konya'ya yerleşmesini istedi. Bahaeddin Veled, sultanın davetini kabul etti ve Konya'ya 3 Mayıs 1228 yılında ailesi ve dostları ile geldi. Sultan Alâeddin onu muhteşem bir törenle karşıladı ve ona ikametgâh olarak Altunapa (İplikçi) Medresesi'ni tahsis etti.
Sultânü'l-Ulemâ, 12 Ocak 1231 yılında Konya'da vefat etti. Mezar yeri olarak Selçuklu Sarayı'nın Gül Bahçesi seçildi. Günümüzde müze olarak kullanılan Mevlâna Dergâhı'na bugünkü yerine defnedildi. Sultânü'l-Ulemâ ölünce talebeleri ve müridleri bu defa Mevlâna'nın çevresinde toplandılar. Mevlâna'yı babasının tek varisi olarak gördüler. Gerçekten de Mevlâna büyük bir ilim ve din bilgini olmuş, İplikçi Medresesi'nde vaazlar veriyordu. Medrese kendisini dinlemeye gelenlerle dolup taşıyordu. Mevlâna 15 Kasım 1244 yılında Şems-iTebrizî ile karşılaştı. Mevlâna Şems'te "mutlak kemâlin varlığını" cemalinde de "Tanrı nurlarını" görmüştü. Ancak beraberlikleri uzun sürmedi. Şems aniden öldü. Mevlâna Şems'in ölümünden sonra uzun yıllar inzivaya çekildi. Daha sonraki yıllarda Selâhaddin Zerkubi ve Hüsameddin Çelebi, Şems-i Tebrizî'nin yerini doldurmaya çalıştılar.
Yaşamını "Hamdım, piştim, yandım" sözleri ile özetleyen Mevlâna 17 Aralık 1273 pazar günü Hakk'ın rahmetine kavuştu. Mevlâna'nın cenaze namazını vasiyeti üzerine SadrettinKonevi kıldıracaktı. Ancak Sadreddin Konevi çok sevdiği Mevlâna'yı kaybetmeye dayanamayıp cenazede bayıldı. Bunun üzerine Mevlâna'nın cenaze namazını Kadı Siraceddinkıldırdı.
Mevlâna ölüm gününü yeniden doğuş günü olarak kabul ediyordu. O öldüğü zaman sevdiğine, yani Allah'ına kavuşacaktı. Onun için Mevlâna ölüm gününe düğün günü veya gelin gecesi manasına gelen "Şeb-i Arûs" diyordu ve dostlarına ölümünün ardından ah-ah, vah-vah edip ağlamayın diyerek vasiyet ediyordu.
"Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız! Bizim mezarımız âriflerin gönüllerindedir"
Kusursuz dost arayan dostsuz kalır."
(Hz. Mevlâna)
"Cahil kimsenin yanında kitap gibi sessiz ol."
(Hz. Mevlâna)
"Ne kadar bilirsen bil, söylediklerin
karşındakinin anlayabileceği kadardır."
(Hz. Mevlâna)
"Başkalarının bahtiyarlığına imrenme.
Çok kimseler var ki, senin hayatına gıbta ediyorlar."
(Hz. Mevlâna)
"İçteki kiri su değil, ancak gözyaşı temizler."
(Hz. Mevlâna)
"Kimde bir güzellik varsa, bilsin ki ödünçtür."
(Hz. Mevlâna)
FARE İLE DEVE
Çok eskiden, kendini beğenmiş şımarık bir fare ile, akıllı ve alçak gönüllü bir deve yaşardı.
Bir gün karşılaşıp arkadaş oldular.
Fare:
-Sana kılavuzluk etmeliyim! dedi...Yularından çekip istediğim yere götürmeliyim!...
Deve arkadaşının küstahça teklifine razı oldu. Bir süre gittikten sonra küçük bir dere kenarına ulaştılar.
Devenin diz kapaklarına bile ulaşmayan su, Fare için uçsuz bucaksız bir deniz gibiydi...
-Ben buradan geçemem diye fısıldadı korkuyla...
Deve:-Ne bekliyorsun? diye çıkıştı. Kılavuz önden gider, dal bakalım suya...
-Ama... diye kekeledi Fare, görmüyor musun su çok derin?
Fare mahcup olmuş, boyundan büyük işlere giriştiği için kıpkırmızı kesilmişti...
-Sizin için küçük ama, bana göre çok büyük bir su....diye inledi. Ben artık kılavuz olmaktan vazgeçiyorum. Keşke daha önceden düşünseydim de boyumdan büyük işlere girişmeseydim.
-Evet, dedi Deve, yumuşak bir sesle, herkes kendi haddini bilmeli ve asla aldatıcı gurura kapılmamalı...
BİLGİN İLE KAYIKÇI
Kendini beğenmiş bir gramer (nahiv) bilgini, boğazdan karşıya geçmek için bir kayık kiraladı ve kurumla oturdu yerine.
Kayıkçı, olgun ve alçak gönüllü bir insandı. Hiç ses çıkarmadan küreklere asılıyor, yolcusunu sağ salim karşıya geçirmek ve üç beş kuruş kazanmak istiyordu.
Denizin orta yerine geldikleri sırada Bilgin küçümser bir eda içinde sordu:
-Sen hiç gramer okudun mu?.. dil biliminden anlar mısın?
Kayıkçı:
-Hayır efendim dedi, ben cahil bir kayıkçıyım, dediğiniz şeylerden hiç anlamam.
-Vah vah dedi Bilgin, ömrünün yarısı boşa geçmiş!..
Böyle bir süre ilerledikten sonra rüzgar şiddetini artırmaya, dalgalar büyümeye başladı. Denizde fırtına çıkmış, Bilgin korkmaya başlamıştı.
Kayıkçı olağanüstü bir güçle kurtulmaya, sağ salim karşı kıyıya geçmeye çalışıyordu. Gördü ki artık kurtuluş ümidi yok, Bilgine dönüp sordu:
-Efendim, yüzme bilir misiniz?
Bilgin:
-Ne yazık ki bilmiyorum diye inledi.
O zaman kayıkçı:
-Vah vah dedi, şimdi ömrünün hepsi boşa gidecek! Keşke gramer bileceğinize benim gibi yüzme bilseydiniz de canınızı kurtarsaydınız.
TİLKİNİN TAKSİMİ
Arslan, kurt ve tilki arkadaş olmuş, avlanmaya çıkmışlardı. Akşama doğru bir yaban öküzü, bir dağ keçisi, bir de semiz tavşan yakaladılar. Avlarını sürükleyerek ormana getirince kralarslan kurda dönüp:
-Bunları, aramızda adaletle taksim et bakalım! diye emir verdi.
Kurt:
-Padişahım,dedi,yaban öküzü en büyük av olduğu için size layıktır. Keçi orta boyda, orta irilikte, o da benim olsun. Tilki de tavşanı alsın.
Arslan, kurdun taksimine şiddetle karşı çıkıp:
-Sen kim oluyorsun da ben varken pay istiyorsun? diye kükredi.
Bir pençe ile kurdu yere yıkıp parçaladıktan sonra tilkiye döndü:
-Haydi, dedi, avlarımızı bir de sen taksim et!
Tilki yüreğini dolduran korkuyu gizlemeye çalışarak:
-Aman efendimiz dedi, pay etmekte neymiş? Bu semiz öküz sizin kuşluk yemeğinizdir, keçiyi gün ortasında yer, akşama doğru da tavşanla kendinize ziyafet çekersiniz!
Arslan, tilkinin taksimini pek beğenmiş, yüzü gülmeye başlamıştı.
-İşte adaletli bir taksim böyle olur diye mırıldandı. Bu çeşit pay etmeyi kimden öğrendin sen?
Tilki başını çevirip yerde yatan kurdu gösterdi:
-Padişahım, dedi, tabi kurdun halinden...
Arslan bu cevaba daha çok memnun oldu.
-Aferin dedi, alçak kurttan ibret aldığın için avların üçü de senin olsun!
Evet, akıllı kişi odur ki çekinilen belada dostlarının ölümünden ibret alır ve nerede, nasıl davranması gerektiğini bilir.
Sen aklın ve kurnazlığınla hem canını kurtardın, hem de avların tümüne sahip oldun.
Haydi afiyetle ye.
DEVECİ İLE FİLOZOF
. Çöllerde avare dolaşan bir filozof, devesi ile yolculuk yapan bir köylüye rastladı. Nereden gelip nereye gittiğini öğrendikten sonra, devenin iki yanına sarkmış çuvallarda neler olduğunu sordu.
Köylü:
-Onların birine buğday,diğerine kum doldurdum...diye cevap verdi.
Filozof:
- Buğdayı anladım ama, kumu niçin doldurdun? diye sorunca Köylü:
-İkinci çuval boş kalsaydı denge bozulurdu! dedi. Filozof gülmeye başladı:
- Denge sağlamak için buğdayın yarısını bir çuvala,diğer yarısını da öbürüne doldursaydın herhalde daha akıllıca davranmış,zavallı devenin yükünü de azaltmış olurdun dedi.
Köylü şaşırmış, bu bilge adama hayranlıkla bakmaya başlamıştı.
- Sen, dedi, padişah yahut vezir olmalısın! Bu kadar akılancak onlarda bulunabilir.
- Hayır dedi filozof, ben ne padişahım, ne de vezir.
- Öyleyse dükkan sahibi zengin birisin...
- Ne gezer, cebinde mangırı bile olmayan bir adamım ben! Bunca bilgi ve hikmetin karşılığı olarak elimdeki şu deynek ve hırpani kıyafetlerimle gezip duruyorum çöllerde...
Köylü bu cevap karşısında hiç memnun olmamıştı:
-Çekil git yanımdan! diye bağırdı. Senin bilgi ve hikmet dediğin şeyin bir faydası bulunsaydı,önce sana yarardı.
Torbamın birinde kum, diğerinde buğday olması, senin içi boş bilgi ve felsefenden çok daha iyidir!.
FİL YAVRUSU YİYENLER
. Akıllı bir adam yolcu-luğa çıkacak arkadaş-larına:
"-Geçeceğiniz ormanda bir çok tehlike var dedi. Karnınız acıktığında sakın kuvvetsiz ve semiz olduklarına bakıpda fil yavrularını avlamayın, anneleri pusudadır ve evlatlarına zarar verildiği anda amansız bir düşman haline gelirler!.. Öğüdümü tutarsanız iyiliğe kavuşursunuz.
Arkadaşları teşekkür edip ayrıldılar. Ormandaki yolculukları pek çetin geçti. Bir süre sonra, karınları acıkmaya, susuzluktan dudakları kurumaya başladı.Tam o sırada yapayalnız dolaşan güzel bir fil yavrusu gördüler. Verilen öğütleri unutup hırsla saldırdılar. Yavru fili yatırıp kestiler ve etinden kebap yaptılar...Kısa zamanda derin bir uykuya daldılar. Aç adam ise sürüyü bekleyen çoban gibi uyanıktı.
Akşama doğru kızgın bir fil çıkıp geldi. Korkuyla kendine bakan uyanık ve aç yolcunun etrafında üç kere dolanıp, ağzını üç kere kokladı. Onda yavrusunun kokusunu alamayınca uyuyanların ağzını koklamaya başladı. Evladını kebap edip yiyenleri tanıyınca, birer birer havaya kaldırmaya ve hırsla yere çarpıp öldürmeye başladı. Geride sadece yavrusunun etinden yemeyen akıllı ve uyanık adam kalmıştı. Anne fil ona hiç dokunmayıp ormanların derinliğine çekilip gitti...
İşte böyle... "Kibir, hırs ve şehvet kokusu da fil yavrusunu yiyenlerin ağızları gibi kokar durur. Bu yüzden dualar kabul olmaz ve insan bin türlü bela ile karşılaşır...
En iyisi bilge insanların öğüdünü tutup, ağızları ve gönülleri kokutmamak, öyle değil mi?.
TAVŞANIN OYUNU
Ormanlar kralı dehşetle kükrüyor, karnını doyurmak için kendinden güçsüz hayvanları avlamaya devam ediyordu. Ondan kaçıp kurtulmak çok zordu.
Günlerden bir gün ceylanlar, tavşanlar, dağ keçileri, zürafalar ve diğer hayvanlar toplanıp bu kötü gidişin önüne geçmek istediler.
Topluca Arslanın huzuruna çıkıp:
-Efendimiz dediler... Biz aramızda anlaştık. Hergün ölüm korkusu çekmektense içimizden birinin gönüllü olarak kurban olmasına razı olduk. Böylece siz hiç yorulmayacaksınız, avınız ayağınıza kadar gelecek, bizde sıra kendimize gelinceye kadar korkudan uzak yaşayacağız.
Kral Arslan bu teklife razı oldu.
Nihayet aradan günler geçti ve kurban olma sırası tavşana geldi. Zavallı uzun kulak ölümden çok korkuyor, kendi ayağıyla gidip arslanın pençeleri arasında can vermeye bir türlü razı olmuyordu. Birden aklına parlak bir fikir geldi. Ormanda oyalanıp gidişini geciktirdikten sonra huzura çıktı. Arslanın karnı acıkmış, sinirleri gerilmişti.
-Niçin bu kadar geç kaldın? diye bağırdı.
Tavşancık boynunu büküp:
-Hiç sormayın efendim dedi, yolda gelirken başka bir arslan gördüm, Kral'ın kendisi olduğunu söyleyip size olmadık hakaretler savurdu, elinden güçlükle kurtuldum...
Kral arslan daha çok sinirlenmişti.
-Kim bu küstah! diye kükredi. Galiba kanına susamış...Gideyim ve cezasını vereyim onun...
Tavşan önde, Arslan arkada yola düştüler. Bir süre gittikten sonra derince bir kuyu başına ulaştılar.
Tavşan:
-İşte size hakaret eden yalancı Kral bu kuyu içinde efendimiz!... dedi.
Arslan kuyuya eğilip bakınca su üzerine akseden kendi şeklini gördü. Bağırıp çağırmaya başladı. Sudaki akside aynı şekilde bağırıp çağırınca kendinden geçip hırsla atıldı ve bir anda kendini buz gibi suların içinde buldu... Küçücük bir tavşan tarafından aldatıldığını farkettiğinde iş işten geçmişti.
HAYVANLAR KONUŞURSA
Meraklı bir adam Hz. Süleyman'dan hayvanların dilini öğrenmek istedi. Büyük Peygamber bunun sakıncalarını anlattıysa da adam ısrar etti.
Nihayet horozla köpeğin neler konuştuğunu anlayacak duruma geldi.
Birgün evin hanımı büyükçebir ekmek parçasını köpeğin önüne atmış fakat horoz hızla atılıp ekmeği kapmıştı. Köpek:
-Niçin benim hakkıma göz dikiyorsun?dedi, Horoz:
-Merak etme, yarın sahibimizin ineği ölecek, kendine bol bol ziyafet çekersin diye cevap verdi.Horozla köpeğin konuşmalarını duyan adam hemen koştu ve ineğini pazara çıkarıp sattı. Ertesi gün yine köpek ve horozun konuştuğunu duyup kulak kabarttı.
Köpek:
-Sen yalan söylüyorsun diyordu horoza... Hani sahibimizin ineği ölecekti ve ben ziyafet çekecektim?
Horoz:
-Meraklanma dedi, sahibimiz kurnazlık yapıp ineğini sattıama yarın da devesi ölecek, sen de bolca ete kavuşursun!..
Adam yine koşup devesini pazara götürdü. ‹yi bir para karşılığı onu sattıktan sonra evine dönerken "hayvanların dilini öğrenmek çok faydalı imiş, bir sürü zarardan kurtuldum" diye seviniyordu.
Sabah olur olmaz yine bahçeye çıkıp horozla köpeğin konuşmalarına kulak kabarttı. Köpek dünkü gibi horoza çıkışıyor:
-Hani deve? Hani bolca et?.. diye dert yanıyordu.
Horoz:
-Canını sıkma dedi, yarın sahibimiz ölecek! Eş dost başına toplanır, bir sürü yemek pişirilir. Sen de kendine ziyafet çekersin...
Adam horozun bu sözleri karşısında donup kaldı. Yüzü bembeyaz oldu. Elleri titremeye, kalbi küt küt çarpmaya başladı. Yarın öleceğini bilmek onu şaşkına çevirmişti. Daha fazla ayakta duramayıp bir külçe gibi yere yığıldı.
AVCININ HİLESİ
. Bir avcı kuşları kolayca yakalayabilmek için kendini ağaç dalları, otlar ve yapraklarla gizleyip çayırlığa oturdu. Önüne bir tuzak kurup, bir avuç buğday attı.
Hiç hareket etmeden beklemeye başladı. Bu sırada karnı iyice acıkmış bir kuş gelip, yakınına kondu. Onu böyle sessiz sedasız oturur görünce:
-Sen ne yapıyorsun burada? diye sordu.
Avcı:
-Dünyadan elini eteğini çekmiş bir zahidim ben! diye cevap verdi. Hiç kimsenin işine karışmıyor, burada kendi halimde yaşıyorum...
Kuş:
- O buğdaylardan biraz yiyebilir miyim? dedi.
- Bilmem ki dedi avcı, bir yetimin emaneti bana... Ama karnın çok acıkmışsa gel ye!
Kuş, avcının gizli niyetlerinden habersiz, onu iyi yürekli ve dünya işlerinden uzaklaşmış bir zahid kimse olarak kabul edip buğdaylara saldırınca, hileci avcının ellerine düştü.
Aldatıldığını anladığında ise iş işten geçmiş, tuzakta binlerce feryada başlamıştı.
Avcı:
-Görünüşe ve söylenen her söze inanırsan sonun böyle olur işte diyordu. Tuzağa yakalandıktan sonra feryadın ne faydası var? Uygunsuz hırs ve hevesler canların düşmanıdır. Önemli olan tehlike gelmeden önce uyanık ve tedbirli olmaktır. Felaket tufanından sonra ağlayıp sızlamışsın neye yarar?.
MİNİK KUŞUN ÖĞÜDÜ
. Avcının yakaladığı küçük kuş birden konuşmaya başladı:
- Ben minicik bir kuşum dedi, etim, dişinin kovuğunu bile doldurmaz. Eğer serbest bırakırsan işine yarayacak üç öğüt veririm. Dinle, birinci öğüdüm şu: "Olmayacak bir söz duyarsan, asla inanma!"
Avcı şaşırmıştı. ikinci öğüdü isteyince küçük kuş:
- Beni bırak, ikinci öğüdümü şu damın üstünde vereceğim dedi.
Avcı kuşu bıraktı. Bir lahzada dama konan kuş:
- Dinle dedi, "geçip gitmiş şeyler için asla üzülme". Olan olmuş, biten bitmiştir çünkü. Bak, benim karnımda on dirhem ağırlığında bir inci vardı. Çok kıymetli bir inciydi bu. Ne yazık ki elinden kaçırdın...
Avcı daha çok şaşırmış, kuşu serbest bıraktığına pişman olmuştu. Ah vah etmeye, saçını başını yolmaya başladı.
Kuş:
- Ne oldu? diye sordu. Niçin dövünüp duruyorsun? Ben sana olmayacak söze asla inanma dememiş miydim? Sen karnımda inci olduğunu duyunca bu öğüdü hemen unuttun. Kendisi üç dirhem gelmeyen kuşun karnında on dirhemlik inci olur mu hiç? Üstelik ikinci öğüdümü de unutmuşa benziyorsun. Hani elden kaçırdığın şeyler için asla üzülmeyecektin!
Avcı utanmış başını yere eğmişti.
- Üçüncü öğüdünü ver bari diye inledi.
Küçük kuş damdan kalkıp yüksekçe bir ağacın dalına kondu ve oradan gökyüzünün boşluğuna doğru süzülürken şöyle bağırdı:
- Behey sersem avcı, sen verdiğim ilk iki öğüdü tuttunmu ki üçüncüsünü istiyorsun?.
AY GÖLÜNDEKİ TAVŞAN
.. Tavşanların huzur içinde yaşadıkları göl kenarına bir gün kocaman gövdeleriyle filler geldiler. Ağaçları devirmeye, otları ezmeye, etrafta huzursuzluk çıkartmaya başladılar.
Bazen çalılar arasına saklanmış yavru tavşanları bile, farkına varmadan ezip geçiyorlardı.
Yaşlı ve bilgili bir tavşan bu kötü gidişin önüne geçmek, kendi soyunu bu filler ordusundan kurtarmak istedi. Bir gece dağın üzerine çıkıp fillerin kralına seslendi:
- Ey fillerin kralı! Ben gökyüzünün padişahı Ay'ın elçisiyim. O Ay ki hem bu gölün hem de civarındaki şu arazilerin sahibidir. Sizin yaptıklarınızı görüyor ve çok sinirleniyor. Eğer en kısa zamanda bu memleketi terketmezlerse sonu fena olur diyor. isbatı için de yarın gece seni göl kıyısında bekliyor! diye bağırdı.
Fillerin kralı biraz korkmuştu ama yarın geceyi beklemeye karar verdi. "Hele padişah Ay ile bir görüşüp konuşayım" dedi.
Ertesi gece göl kenarına geldi.
Ay'ın ondördüncü günüydü ve gökyüzünde gümüş bir tepsi gibi parıldayan Ay'ın aksi gölün durgun sularına vurmuştu.
Tam bu sırada kral filin hortumu suya değmiş ve onu dalgalandırmıştı. Ay'ın sudaki aksi de hareket etmeye başlayınca kral fil korkuyla geri çekildi. "Her halde Ay çok kızgın, hepimizi öldürecek" diye düşündü ve geri dönüp diğer filleri yanına alarak o yöreden hızla uzaklaştı.
Yaşlı tavşan güçsüz ve zayıf bir yaratık olduğu halde aklı ve zekasıyla kocaman filleri aldatmış, kuvvetliyim diye böbürlenenleri hile ile kandırmayı başarmıştı...
..
MESNEVİ’NİN İLK ON SEKİZ BEYTİ
|
Duy şikayet etmede her an bu ney,
|
Der ki feryadım kamışlıktan gelir.
|
Ayrılıktan parçalanmış, bir yürek,
|
Kim ki aslından ayırmış canını,
|
Ağladım her yerde hep ah eyledim.
|
Herkesin zannında dost oldum ama,
|
Hiç değil feryadıma sırrım uzak,
|
Aynadır ten can için, can ten için.
|
Ney sesi tekmil, hava oldu ateş,
|
Aşk ateş olmuş dökülmüştür neye,
|
Yerden ayrı dostu ney, dost kıldı hem.
|
Kanlı yoldan ney sunar hep arzuhal,
|
Ney zehir, hem panzehir ah nerede var?
|
Sırrı bu aklın, bilinmez akıl ile,
|
Gam dolu günler, zaman hep aynı hal.
|
Gün geçer, yok korkumuz her şey masal.
|
Kanar her şey tek balık kanmaz sudan.
|
Olgunun halinden anlar mı ham? |
ALINTI... |
www.dersturkce.com
2024