51- Suratı Sirke Satmak
Asık suratlı, üzgün ve bezgin olmak.
Yüzü gülmeyen dükkân açmasın, demişler. İşimizde ve insanlarla olan ilişkilerimizde güler yüzlü olmalıyız. Güler yüz, insanlar arasında dostluğu ve muhabbeti geliştirir. İnsanları birbirine bağlar. İlişkiler ve alışverişler daha sağlıklı olur.
Güler yüz, sağlığın ve hayatın da bir anahtarıdır. Bu anahtarı taşımayı unutursak, insanlar da bizi unutur.
Gülmekten nasibini almamış ve mesleğinin ustası olmayan asabi bir bakkal, en iyi ballarını camekânına sıralar komşusundan üstün görünmek istermiş. Fakat komşusu aksine güler yüzlü mü güler yüzlü bir adammış. Bu güler yüzlü adam, asık suratlı adamın dükkânına gidenleri geri çevirmezmiş. Dükkâna girip de nefis ve ucuz ballara bakan müşteriler dükkân sahibinin ilgisizliğinden dolayı, güler yüzlü adamın dükkânına gelirlermiş.
Asık suratlı adam, en ucuz ve en iyi balların kendisinde olmasına rağmen bir şişe bal bile satamazmış. Bir gün bunun sebebini araştırmaya karar vermiş ve âlimlerden birine gitmiş. Durumu anlatmış ve demiş ki, “Bunun hikmeti nedir?” Âlim de, “Evlat sen dükkânda bal satıyorsun ama yüzün sirke satıyor, müşteri sana elbette gelmez.” demiş.
52- Öküz Öldü Ortaklık Bozuldu
Birlikte iş yapan taraflar arasındaki yakınlaşmayı sağlayan sebep ortadan kalkınca ortaklık da bozulur.
İnsanlar birlikte yaşar, birlikte iş yapar ve ortaklıklar kurarlar. Ortaklık karşılıklı güven, saygı ve sevgiye dayanır. Bu değerler yıkılınca ortaklık da ortadan kalkar.
Kısa ve uzun süren ortaklıklar vardır. Mesela iki kardeşin kurduğu iş ortaklığı uzun sürmez. Birbirleriyle geçinemeyen kardeşler, aralarındaki ortaklığı da bozarlar.
Bir de birbirini tanımayan; ama birbirine güvenen, inanan, dış tesirlerden etkilenmeyen ortaklıklar vardır ki ölünceye kadar devam eder.
Evvelce fakir bir köylünün çift sürmekte kullandığı bir çift öküzü varmış. Bunlardan biri ölmüş. Köylü, toprak ağasına giderek yalvar yakar bir öküz parası istemiş. Ağa, köylüye:
- Öküzün parasını ödeyinceye kadar hayvan ortak malımız sayılacak. Elli dönüm tarlamı süreceksin, ağılıma bakacaksın, harmanda yardım edeceksin, diyerek ağır şartlar ileri sürmüş.
Ağanın şartlarını kabul eden köylü ona kul köle olmuş. Fakat aradan üç yıl geçtikten sonra parasının yarıdan fazlası ödenen öküz, gördüğü ağır işlere dayanamayıp ölmüş.
Ağa, eskisi gibi köylüye angarya işlerini yaptırmak istemiş. Sabrı tükenen köylü:
- Ağam, gayrı öküz öldü, ortaklık bozuldu, deyip ağanın zulmünden kurtulmuş.
53 Diş Bilemek
Bir başkasına kötülük yapmak için fırsat kollamak.
Hiç kimseye kötülük etmemeliyiz. Maddi ve manevi hiçbir zararda bulunmamalıyız. Aksine iyilik etmeliyiz. İnsanlarla iyi geçinmeli, onlarla yardımlaşmalıyız. Onlara intikam hissi beslememeliyiz.
Atalarımız, diş temizliğini ve ağız bakımını Orta Asya’dan beri ihmal etmedikleri gibi, İslamiyet’ten sonra da sürdürmüşlerdir.
Türk ordusunun düşmanıyla karşılaştığı sıralar… Uzaktan düşman askerleri, Türk askerlerinin dişlerine bir şeyler sürterek temizlediklerini görmüşler. Türklerin kendilerini yemek için, dişlerini bilediklerini zanneden düşman askerleri daha savaşa girmeden meydanı Türklere bırakıp kaçmışlar.
54 Nuh Der, Peygamber Demez
Katı düşünceli, dediğim dedikçi, dünyaya tek pencereden bakan, düşüncelerini değiştirmeyen, inatçı.
İnatçı ve katı düşüncelere sahip olmak, düşüncelerinde ısrar etmek, insan ve toplum için bir fayda getirmez. Aksine esnek, ılımlı ve her türlü görüşe açık olan insan toplum için bir kazançtır. Çünkü dünya yerinde durmuyor. Her saat ve her gün yeni icatlar ve keşiflerle karşı karşıyayız. İnsan daima yenilikler peşinde koşuyor.
İnsanların yanlış yollara saptıkların gören Allah, onları doğru yola iletmek için, onlara zaman zaman peygamberler göndermiştir. Bunlardan biri de Nuh Aleyhisselamdır.
Hazreti-i Nuh, yıllarca insanları iyiliğe, doğruluğa ve güzelliğe çağırdı. O’na oğulları Ham, Sam ve Yasef’le birlikte pek az insan inandı. Bunun üzerine Allah, kâfirleri cezalandırmaya karar verdi. Büyük bir tufan indireceğini Nuh’tan büyük ve üç katlı bir gemi yapmasını, bütün canlılardan erkekli-dişili birer çift alarak gemiye bindirmesini istedi.
Nuh, 600 yaşında iken gemi bitti. Yam dışında kendisine inanan oğulları Nuh’a yardım etti. İnanmayan ve hâlâ sapıklıklarına devam eden halk inat ediyor, Nuh’u peygamber olarak kabul etmiyordu.
Nihayet, ilk yağmurlar… Nuh, her canlıdan birer çift gemiye koydurdu. Oğlu Yam ve diğerleri gemiye binmek istemedi. Oğlu Yam, diğer kafirlerle babasının aleyhinde çalışıyor, Nuh diyor da peygamber demiyordu.
Kırk gün, kırk gece yağan yağmurlar sel olup taştı, yeryüzünü seller sular doldurdu ve böylece inananlar kurtuldu, inanmayanlar da helak oldu.
55 Dostlar Alışverişte Görsün
(Aslında doğru dürüst bir işle meşgul değilken, öyleymiş gibi göstermek; boş durmamak için yapılan, fazla kârı olmayan işler hakkında söylenen bir deyim.)Nasreddin Hoca, yumurtanın sekizini bir akçeye alır, dokuzunu bir akçeye satarmış.Hoca’nın bu acayip ticaretini görenler, nedenini sormuşlar. Hoca da cevaben:-Dostlar alışverişte görsün… demiş.
56 Maymun Gözünü Açtı
Artık bu insan, bu halk akıllandı. Geçirdiği acı tecrübeler onun aklını başına getirdi. Bu insanı, bu halkı artık aldatamayacaksınız.
İnsanları ve toplumları sürekli olarak kandıramaz ve bunlara sürekli zulmedemezsiniz. Halkın çektiği sıkıntılar ve edindiği acı tecrübeler onun aklını başına getirir, daha ölçülü adımlar atmasına sebep olur.
Halkı soyamaz, halka yalan söyleyemez, halkın canını çıkaramaz ve halkın hassasiyetleriyle oynayamazsınız. Eğer, bunlar yapılarsa, halk demokratik yoldan ve hukuk devleti yasalarına göre bunları karşılıksız bırakmaz.
Evvelce bir adamın her şeyi taklit eden bir maymunu varmış. Her gün maymununu yanında dükkana götürür, namaz vakti gelince da onu dükkana gözcülük etsin diye kapının önüne bırakırmış.
Bir gün maymun dükkanda, sahibi de namazda iken, hırsızın biri, maymunun karşısına geçip esnemeye başlamış. Maymun da aynısını taklit etmiş. Derken adam uyuma taklidi yapmış. Maymun da aynısını yaparak sonunda uyuyakalmış. Hırsız da fırsattan istifade dükkanda ne varsa alıp götürmüş. Dükkan sahibi camiden gelip dükkanının soyulduğunu görünce maymuna bir güzel dayak atmış.
Hırsız birkaç gün sonra yine çıkagelmiş. Bu defa maymun yediği dayağın etkisiyle, karşısında esneyen hırsızı taklit etmemiş. Maymun, “Pışşşt, pışşşt!” yapmış. Hırsız da kendi kendine, “Maymun gözünü açtı, artık burada ekmek yok.” demiş
57 Kaş Yapayım Derken Göz Çıkarmak
İyilik yapayım derken, birine büyük zarar vermek ya da bir işi düzelteyim derken büsbütün bozmak.
Bir işi yaparken dikkatli ve tedbirli olmak lazım. Bir işte gerekli ustalık ve titizlik olursa zarar ziyan da o kadar az olur.
Düğünlerde, perşembe günü gelin hanımın yüzü süslenirmiş. Eskiden kalemkâr denilen kadınlar gelinin yüzüne saatlerce makyaj yaparlarmış. Gelinin kaşlarına, gözlerine özel kalemlerle şekil verirlermiş. Bu tür işler yapılırken düğün evinde de davetliler çalgı çalıp oyunlar oynarlarmış.
Ortalıkta oynamakta olan genç kızlardan birinin her nasılsa ayağı kaymış, bu arada makyaj yapan kadına çarparak yere düşmüş. Kadının elindeki sert uçlu kalem gelin hanımın gözüne batmış, zavallı kör olmuş.
Bu olaydan sonra gelin hanım yüzünden makyajcı kadın da işinden olmuş. Bu kadını kimse çağırıp bir daha ona iş vermemiş. Herkes:
- Bu kaş yaparken göz çıkaran kadını istemeyiz, demiş.
58 Geçti Bor’un Pazarı Sür Eşeğini Niğde’ye
Geçti Bor’un Pazarı Sür Eşeğini Niğde’yeFırsatı kaçırdın. Fırsat insanın eline bir kere geçer. Artık bu işin üzerinde durma zamanı geçti. Yeni bir fırsat kollaman gerekir.
İnsan hayatta karşısına çıkan fırsatları değerlendirmeli; çünkü fırsatlar her zaman insanın karşısına çıkmaz. Bu fırsat iyi bir eş, iyi bir iş, iyi bir aş olabilir.
Bor, Niğde’nin güzel bir ilçesidir. Pazarı da meşhurdur. Salı günü kurulan bu pazarda insanın aradığı her şey bulunurmuş.
Söylentiye göre, pazara gelmekte olan bir köylü, bir su kenarında hem kendini hem de eşeğini dinlendirmek ister. Eşeği ağaca bağlar. Bir ağacın altına oturur. Dinlenirken uyuyakalır. Uyandığında vaktin iyice ilerlediğini görür. Eşeğine atlar, yola koyulur. Artık pazar dağılmıştır. İşini bitirip köye dönmekte olan köylüler adamın hâlini görünce, “Geçti Bor’un pazarı sür eşeğini Niğde’ye.” derler.
59 Leb Demeden Leblebiyi Anlamak
Karşısındakinin daha söze başlar başlamaz ne demek istediğini anlamak, akıllı ve uyanık olmak.
İnsan hayatta akıllı, anlayışlı ve uyanık olmalıdır. Anlama yeteneği yüksek olanlar pratik zekalı insanlardır. Bu özelliğe sahip olanlar her şeyi kolaylıkla çözümler ve her zorluğun içinden kolaylıkla çıkarlar.
Her şey yerinde ve zamanında güzeldir. Bu tip insanlar yerinde ve zamanında susmasını da bilmelidirler.
Medrese öğrencilerinden ukala bir molla varmış. Farsça’dan imtihana girmiş. “Ne soracaklar?” diye öğretmenlerinin ağzına bakıyormuş. Hocalardan biri, Farsça, “dudak” anlamına gelen “leb” sözüyle işe başlamış. Ukala molla, “leblebi” diye lafa karışmış, “leb, leblebi kelimesinin bir hecesidir, efendim.” demiş. İmtihandaki hocalar gülmüşler. Soruyu soran hoca:
- Maşallah ‘leb’ demeden ‘leblebiyi’ anladın. Yine de lafın sonunu beklesen iyi olurdu, çünkü akıllı olan, icabında susmasını bilmeli, demiş.
60 Kısa Kes Aydın Abası (Havası) Olsun
Sözü fazla uzatma!
Az ve öz konuşmak lazım. Allah, çok dinlemek için iki kulak ve az konuşmak için de insana bir dil ve bir ağız vermiştir. Gereksiz konuşmalarla başkalarını rahatsız etmemek gerekir.
Aba, yünden dövülerek yapılan kalın ve kaba bir kumaş cinsidir. Bu kumaştan yapılmış yakasız ve uzun üstlüğe de aynı ad verilir.
Bu kelime, değişik tür ve anlamdaki deyimlerin doğmasına da sebep olmuştur: Aba altından değnek göstermek, abayı sermek, abayı yakmak gibi.
Balıkesir, eskiden en güzel aba kumaşlarının dokunduğu bir yermiş. Günlerden bir gün Balıkesir’e yolu düşen bir adam, buranın meşhur aba kumaşından bir elbiselik almış, memleketine götürmüş. Elbise diktirmek için doğru terzisine gitmiş. Terzi adamın ölçüsünü aldıktan sonra:
- Bu aba hem üstlük hem de şalvar dikmeye yetmez, deyince tepesi atan müşteri kızgınlıkla terziye bağırmış:
- Yahu nasıl yetmez? Etekleri kısa olsun, kısa kes Aydın abası olsun, demiş.
Bu söz, dükkanda bulunan diğer müşterilerin de çok hoşuna gitmiş ve dilden dile dolaşır olmuş.
61 -Saman Altından Su Yürütmek
Geniş bir ovanın üzerinde bir köy, bu köyünde bir tanecik ırmağı varmış. Irmağın suları aynı anda köyün bütün tarlalarına yetecek kadar gür olmadığından her gün bu ırmağı bir köylü kendi tarlasına sulamak için kullanıyor, diğerleri de sıranın kendisine geleceği günü bekliyorlarmış. Ancak bir gün köyün açıkgözlerinden biri ırmaktan kendi tarlasına gizli bir kanal yapıp, diğer köylüler bu durumu fark etmesin diye kanalın üstünü toprak ve samanlarla kapatmış. Böylece tarlasına her gün yeteri kadar su geliyor, bolca mahsul alıyormuş. Bir süre sonra ırmağın suları azalıp, bu açıkgözün tarlasından bereket fışkırınca köylüler vaziyetten kuşkulanıp adamın tarlasına baskın yapmışlar. Birde bakmışlar ki kanallar suyla dolu ve üzerinde otlar yüzüyor. Cevap belli: “Ulan köftehor, saman altından ne su yürütüyorsun!”
62 -Zıvanadan Çıkmak
Taşkın, aşırı davranışlarda bulunmak, aklını oynatmak, delirmek, çok sinirlenmek, öfkelenmek.
Bir söz, davranış ve olay karşısında hemen parlamak, yani öfkelenmek insana bir şey kazandırmaz, aksine zarar verir. Her şeyi düşünüp, akıl ve mantık yoluyla çözmek gerekir. Bazı insanlar bu yolu denemezler. Bağırıp çağırıp ve öfkelenmekle başkalarının üzerinde baskı kurup her şeyi halledeceklerini sanırlar ama aldanırlar.
Zıvana, Farsça bir kelime olup, bir kilit dilinin yerleşmesi için açılmış delik anlamına gelir. Kapı zıvanadan çıkınca dik durmaz, devrilir. Kapı nasıl zıvanadan çıkıp ayakta duramazsa, çok sinirlenen bir kimse de kapı gibi ayakta duramaz, yıkılır.
63 -Ağzı Ateş Püskürmek
Haddinden fazla kızmak, öfkelenmek.
İnsanlar olaylar karşısında sabırlı ve mantıklı olmak zorundadır. Düşünülmeden yapılan her hareket ve söylenilen her söz insana zarar verir. Bir olayın iç yüzünü anlamak için karşı tarafla diyalog kurup duruma göre kızmadan ve öfkelenmeden hareket etmeliyiz.
Ticaret yapmak helaldir; ama ticaretin de kendine göre birtakım riskleri vardır. Bir tüccarın büyük bir alacağı varmış. Tüccar borcunu alabilmek için, diğerini dava etmiş. Borçlu mahkemeye gelirken sırtında kıymetli bir seccadeyle gelmiş. Alacaklı da ağzına beş altın koyarak…
Kadı borçluya borcunu ödemesini söyleyince, “ Kadı efendi halıma bak halıma!” demiş. Söz sırası alacaklıya gelince o da ağzındaki altınları göstererek konuşmaya başlamış. İşin farkına varan kadı, “Halına bakıp sana acıyorum, halin yaman fakat bu adamın ağzı ateş püskürüyor.” demiş.
64- Acemi Çaylak
Toy, hayat tecrübesi olmayan, beceriksiz.İşi ehline vermeli; çünkü bir insan kolay yetişmiyor. Yılları ve hayat mektebini bitirmek gerekiyor. Acemi ve tecrübesiz insanlara hak etmedikleri iş ve makam verilmemeli. Tecrübesiz insanların yapacakları eksik ve kusurlu işler, devlet ve milletleri geri dönülmez yollara sürükleyebilir.
Çaylak; kartal ailesinden etçil ve yırtıcı bir kuştur. Gövdesi ağır olduğu için, yavrularına uçmayı öğretmek çok vakit alır. Bu uçma çalışmaları esnasında yavrularını sık sık yere düşürürmüş. Çaylak yavrularının toylukları yüzünden uçmayı bir türlü öğrenememeleri halk arasında bu deyimin doğmasına sebep olmuştu
65- Yalova Kaymakamı
Kendisine saygı duyulmayan insanlar için bu deyim kullanılır.Eğer, sayılmak ve sevilmek istiyorsan bir mum gibi etrafını aydınlat, ağırbaşlı ol. Zulmetme, gönülleri fethet. Kimsenin kusurlarını araştırma, kıskançlık duygulardan arın. Yolsuzla alışveriş etme. Güler yüzlü ol. Aldatma, Hakk’ın rızasını almaya çalış.
Bugün bir il olan Yalova’ya, eskiden genç, dinamik, iş yapmaya hevesli bir kaymakam tayin edilmiş. Gelir gelmez işine dört elle sarılmış. Başarılı olmak sevilip sayılmak için uğraşır dururmuş. Çalışmalarının herkes tarafından takdir edildiğini ve her tarafta duyulduğunu zannedermiş.
İstanbul’a her gittiğinde ve her yerde kendini tanıtmak için fırsat kollarmış.
Bir gün tıraş olmak için berber dükkânına gitmiş. Berberle oradan buradan konuşurken, laf arasında berbere sormuş:
- Yahu hemşerim, duydun mu, Yalova kaymakamı İstanbul’a gelmiş.
Herhâlde gazeteler yarın yazar, deyince berber küçümser gibi dudak bükmüş:
- Beyim burası İstanbul, kim takar Yalova kaymakamını?
66- Çile Doldurmak
Zahmetli ve sıkıntılı bir hayat sürmek ve bu durumun sona ermesini beklemek.
Hayat, inişler ve çıkışlarla doludur. Dikensiz gül bahçesi değildir. İnsan, hayatta acılar ve sıkıntılar çeker. Bu sıkıntı ve acılar insanı olgunlaştırırken, ona yaşama kolaylıkları da sağlar.
Tasavvufta, dervişlerin bir odaya çekilip yeme, içme ve uyku gibi ihtiyaçlarını azaltarak kırk gün kendilerini ibadete vermelerine çile doldurmak denir.
Çile, eskiden beri her dinde, mezhep ve tarikatta uygulanan bir imtihan devresidir. Mesela, Mevlevilerde dergahın bin bir gün hizmetinde bulunan kimse Mevlevi olurmuş.
Aslında Farsça bir kelime olan çile (çille) dünya zevklerinden uzaklaşıp kırk gün ibadete dalma, demektir. Zaten kelime kırk anlamındaki “çihil” kelimesinden gelir.
67 -Akıl Tokmağı
Kişinin aklını başına getiren, olumlu yöne döndüren, ani olaylar¬dan söz edilirken, akıl tokmağı deyimi kullanılır. Eskiden sinirleri bozulanları, evliyalara, türbelere götürüp, oku-turlardı.Türbenin postnişini, türbedar olan zat, hastayı muayene eder, sonra ya alı koyar veya başka bir türbeye götürülmesini tavsiye ederdi.Bazen, birkaç gün için türbede bırakılan hasta, gündüzleri türbedar tarafından okunup, üflenir, kimi zaman, akıl Tokmağı denilen, ağaçtan yapılmış bir tokmağı türbedar, ansızın hastanın başına hafiften indirirdi.Habersiz başına indirilen tokmak darbesiyle hasta, aklını hafızasını yeniden toplardı. Belki de şimdiki şok tedavisinin elektriksiz bir çeşidi olan bu usul, kişilerin üzerinde ani ve olumlu tesiri olan olaylarda, akıl tokmağı deyiminin kullanılmasına neden olmuştur.
68 -Abayı Yakmak
Birisine aşık olmak, tutulmak, gönül vermek mânâsında kullanılan bir tabirdir.”Aba”, bilhassa tekkelere mensup olan dervişlerin giydiği, kalın yün kumaştan, elbise üstüne giyilen bir çeşit üstlüktür. Eski tekkelerdeki klasik olarak bir cami veya mescidin yanı sıra, şadırvanlı bir iç avlu bulunurdu. Bu dört köşe avlunun etrafında dervişan hücreleri, büyük bir dersane, mutbak, kiler ambar gibi binalar olurdu.Kış aylarında dershanenin ocağı hani hani yanarak içeriyi ısıttı. Böyle bir dergâhta bir gün, sırtlan abalı dervişler, şeyh efendinin dersine ve tavvuf bahsinde anlattıklarına o kadar dalmışlar ve ken¬dilerinden geçmişler ki, arkası ocağa dönük olan bir dervişin sırtın¬daki abası yanan derviş bile kendi sırtından çıkan dumanı fark etme¬miş. Ar aşkına, yâr aşkına (Allah aşkına) yanan derviş, dünya ateşi¬nin farkına varmamış.Bu olay, dilimize, şimdilerde “argo” olarak kabul edilen deyimi kazandırmış
69- Mısır’daki Sağır Sultan Duydu
Bu olaydan herkes haberdar oldu; ama bu ilgisiz ve kaygısız adam olayı daha yeni duydu, anlamında kullanılır.
Hayatta hiçbir şeyle ilgilenmeyen, hiçbir şeyin kaygısını duymayan insanlar vardır. Dünya yıkılsa bunların umurunda değildir. Kendilerine karşı ilgisiz, çevrelerine karşı ilgisiz, toplumsal olaylara karşı ilgisizdirler. Bu ilgisizlik insanı mutsuz ettiği gibi birtakım psikolojik problemleri de beraberinde getirir.
Mısır’da Eyyubiler (1174 – 1250) den iktidarı devralan Memluklar (1250 – 1517), Kuzey Karadeniz’den Kıpçak Türklerini köle olarak Mısır’a getirmişler. Ordunun temelini bu köleler oluşturmuş.
Mısır Kölemenlerinden bir sultanın kulağı ağır işitirmiş. Her şey olup bittikten sonra muttali olur, gizli devlet işleri konuşulacağı zaman, gizli bir odada vezirleriyle konuşup öyle karar verirmiş
70- Akla Karayı Seçmek
(Bir işin üstesinden gelene kadar çok zorluk çekmek, güçlükle başarmak)Dinimize göre, sabah namazının kılınma vakti, güneş doğuncaya kadar geçerlidir. Ortalık ağarmaya başlayıp da ak iplik ile kara iplik birbirinden seçilinceye kadar sabah namazı kılma süresi devam eder. Ağır hastalar bütün gece sancı ve ızdırap içinde kıvranarak uyuyamadıklarından, sabahı zor ederler
71 Benim Oğlum Bina Okur Döner Döner Yine Okur
Hep aynı şeyleri tekrar ediyor, çok çalışıyor; ama bir türlü ilerlemiyor; aksine yerinde sayıyor.
Çocuklarımızı anlamadıkları ve sevmedikleri derslerle boşuna meşgul etmemeliyiz. Bu hem zaman kaybına hem de çocuğumuzun boş yere ziyan olmasına sebep olur. Çocuklarımızı yeteneklerine göre yetiştirirsek hem biz, hem çocuğumuz, hem de ülkemiz kazanacaktır. Çocuklarımız öğrenirken eğlenecekler, eğlenirken de öğreneceklerdir.
Eskiden medreselerde Arapça öğretim yapılırdı. Arapça dersinin temeli “Emsele Bina” idi. Bina, Arapça dil bilgisinde fiillerin çatılarını, emsele de fiil çekimi ve örneklerini ihtiva ederdi. Bu ders, medreseye ilk başlayan çocuklar için çok zordu. Fakat bunları herkes öğrenmek zorundaydı. Arapça cümle yapmak “bina” ve “emseleyi” öğrenmekle mümkündü. Bu dersin zorluğu, hocaların sert ve titizliği yüzünden sınıfta kalan öğrenciler, eğitimini yarıda kesmek zorunda kalmışlardır. Bu durum ana ve babaları o kadar bezdirmiştir ki, “Benim oğlum bina okur, döner döner yine okur.” diye dert yanmışlardır.
72 Çattık Belaya Müstefilatun
(Çapraşık, içinden çıkılması kolay olmayacağı anlaşılan bir durumla karşılaşıldığını anlatan bir deyim.)Vaktiyle İzmir lisesinde edebiyat sınavına giren bir öğrenciden, müstefilatun vezninde bir kelime söylemesini istemişler.Çocuk düşünmüş, bir türlü bulamamış. ‘Çattık belaya müstefilatun’ diye mırıldanıyormuş. Öğretmenlerden birinin kulağına gitmiş. ‘Ne dedin, ne dedin? Bir daha söyle’ demiş. Zavallı öğrenci bir kabahat işlediğini sanarak: ‘Yok efendim, ben bir şey demedim’ deyince, gülmüşler: ‘Oğlum, işte buldun, (çattık belaya) kelimesi müstefilatun veznindedir.’ diye, iyi not vermişler.
73 Hariçten Gazel Okumak
Bilmediği, aklı ermediği, üstüne vazife olmayan işlere karışmak, söz söyleyip akıl öğretmek.
Herkesin aklı kendine. Bilmediğimiz, üstümüze vazife olmayan işlere karışmamalıyız. Bilmediğimiz işlere karışıp kimsenin karşısında küçük düşmemeli ve hakarete uğramamalıyız.
Eskiden İstanbul’da müzik dinlemek ve hoşça vakit geçirmek için sazlı sözlü eğlence yerlerine gidilirmiş. İçkili olan böyle yerlere, kafaları çeken müşterilerden güzel sesli olanlar, aşka gelip oturdukları masadan gazel okumaya başlarlarmış. Bunlar arasında sahnedeki sanatçıları bile gölgede bırakanlar varmış, bu sebeple disiplini sağlamak için, sahnedeki saz takımının arkasına, “Hariçten gazel okumak yasaktır.” diye bir uyarı yazısı asılmış.
74 Tabanları Yağlamak
Uzak bir yere yürüyerek gitmek için, bütün gücünü toplayıp yola koyulmak, bir yerden koşarak uzaklaşmak.
Bir gün Nasreddin Hoca, yağmurlu bir günde evinin balkonunda oturmuş gelen geçenleri seyrediyormuş. Bu arada herkes yağan yağmurdan kaçışmaya başlamış. Bunlar arasında Hoca’nın tanıdığı yaşlı başlı, aksakallı, cüppesiyle yağmurdan kaçan bir adam da varmış. Hoca adama oturduğu yerden seslenerek:
- Çoluk çocuğun koşmasına şaşırmadım da senin şu saçın ve sakalınla Allah’ın rahmetinden kaçtığını biraz tuhaf karşıladım, demiş.
Zavallı adam evine yürüyerek gitmiş, gitmiş ama yağmurdan da sırılsıklam olmuş.
Bir başka yağmurlu gün, bunun tam tersi olmuş. Daha önce yağmurdan sırılsıklam olan adam evinin penceresine oturmuş, yağmuru ve yağmurdan kaçan insanları seyrederken bir ara paçalarını sıvayıp yağmurdan kaçan Hoca’yı görmüş:
- Bu ne hâl Hoca? Ele verirsin talkını, kendin yutarsın salkımı, demiş.
Hoca bu, hiç altta kalır mı? Hemen cevabı yapıştırmış:
- Ben senin gibi yağmurdan kaçmıyorum ki. Allah’ın rahmetini çiğnememek için tabanları yağlıyorum.
75 Ayıkla Pirincin Taşını
(Bir zorluğu çözümlerken, bir engeli ortadan kaldırmaya çalışırken bazen hiç beklenmedik sürpriz olaylar çıkar ve daha büyük engeller karşınıza dikilir. Böyle durumlarda bu deyim kullanılır.)Deyimin öyküsü Osmanlı tarihine dayanır. Yavuz Sultan Selimin Yemen’i Osmanlı topraklarına katmasından bir süre sonra Yemen’de isyan çıkmış, uzun uğraşmalar sonunda Yemen Fatihi Sinan Paşa duruma hakim olmuş; Yemen bundan sonra 400 yıl Osmanlı egemenliğinde kalmıştı.Söylentiye göre Sinan Paşanın askerleri bir gün çölde konaklamış. Yemek pişirmek üzere hasır torbalar içindeki mısır pirinçlerini yere serdikleri büyük bir çadırın üstüne dökmüş ve taşlarını ayıklamaya başlamışlar.Bu sırada bir fırtına çıkmış ve rüzgarın savurduğu bir kum bulutu pirinçlerin üstüne inerek, ufak bir tümsek halinde yığılmış.Kumların altında kalan pirinçlere bakakalan yeniçeriler arasından şakacı bir asker, arkadaşlarına:-Biz Allah’ın nimetini taşlı diye beğenmiyorduk, bizim gibi günahkar kullara üç beş taş az bile gelir. Asıl şimdi ayıklayın bakalım pirincin taşını. Ulu tanrımız, Kabe’ye hücum eden fil sahiplerinin başına ebabil kuşlarından taş yağdırmıştı. Bizim başımıza da daha büyük taş yağdırmadan hemen tövbe edelim, diyerek arkadaşlarını güldürmüş.
77 Yelkenleri Suya İndirmek
Gerçekleri görüp durumu düzeltmek, direnmekten vazgeçmek, durumuna göre hareket etmek, alçaklarda oturup kendini gözetmek, haddini bilmek, daha önce yaptıklarından dönmek.
Eskiden yelkenli gemiler, rüzgâr veya kürek gücüyle yüzdürülürdü. Bir gemi yabancı sulara girince, saygı ifadesi olarak yelkenlerini indirirmiş.
Fatih Sultan Mehmet, Rumeli Hisarı’nı yaptırdıktan sonra, Karadeniz’den gelen bir Ceneviz gemisine yelkenlerini indirmesi emrolunmuş. Fatih, yelkenlerini indirmeyen gemilerin topa tutulmasını emretmiş. Gemiler de yelkenleriyle birlikte denizin dibini boylamış.
78 Yok Devenin Başı
Daha neler, çok abartıyorsun. Bu deyim varı yok, yoğu var göstermek için de kullanılır.
Konuşmaları abartmamak lazım. Bazı insanlar abartılı konuşmayı severler. Kısa ve kesin sözler insan zihninde daha fazla yer eder. Abartılı sözler ise unutulur gider. Kısa, kesin ve etkili konuşmak insanın kendini yetiştirmesine ve olgunlaştırmasına bağlıdır.
Bir hacı adayı, çölde haftalardır deve üzerinde Hicaz’a yolculuk yaparken, bir gece uykusunda bir rüya görmüş. Rüyasında kendi evinde karısı ve çocuklarıyla berabermiş. Karısı yer döşeklerini sermiş, örtü ve yorganları düzeltiyormuş. Adam karısına seslenmiş:
- Hanım, döşekleri serdin mi?
- Serdim, serdim, hepsi hazır, seni bekliyor.
- Öyle ise hemen yatayım mı?
- Yat, kocacığım yat da dinlen, deyince yatağa yatmak için kendini bırakan zavallı adam, devenin sırtından kumlara düşmüş. Uyanıp, can acısıyla bağırıp çağırmaya başlamış. Kervancılar gelip adamı yerden kaldırmışlar. Devesini de çöktürmüşler. Uyku sersemi adam deveye ters binmiş. Kimse işin farkında değilmiş. Tekrar yola revan olmuşlar. Sıcak beynine vuran hacı adayı, her yanım kırıldı, diye inlerken devenin başını aramış fakat bir türlü bulamamış. Bu sefer de, “Yok, yok, vallahi yok, devenin başı yok.” diye bağırarak yolculara seslenirmiş. Yanına gelenler, ne oluyorsun, diye sormuşlar: “Yahu size
79 İpliği Pazara Çıkmak
Yalanı ve kusuru anlaşılmak, foyası meydana çıkmak.
Yalan kalıcı değildir, gerçek bir gün mutlaka ortaya çıkar. Devamlı yalan söyleyemeyiz, kimseyi aldatamayız. Aldatan aldanır, bu şaşmaz bir kuraldır.
Eski kültür hayatımızda, bereket ve kanaat vardı. Yiyimden giyime kadar hemen hemen her şey evde kızlarımız ve kadınlarımız tarafından yapılırdı. Çarşıdan eve sadece üç beyaz girerdi. Tuz, şeker ve un. Bugün ise parmaklar yoruluyor düğmeye basmaktan!
Eskiden genç kızlar ve kadınlar evlerde yün ve pamuktan iplik büker, bunları pazara satmak için götürürlerdi. İpliği güzel ve gereğince kıvırmak ustalık isterdi, herkesin harcı değildi. Yeni yetişen kızların ipliği pazarda beğenilip, çabuk satılması bir övünç kaynağı olurdu.
80 İpe Un Sermek
(İstenilen işi yapmamak için çeşitli bahaneler uydurmak, güç koşullar öne sürmek, güçlük çıkarmak anlamında bir deyim.)Nasreddin Hoca’nın, aldığını bir türlü geri vermeyen ya da kırık dökük, delik, kopuk, sakat olarak geri getiren bir komşusu Hoca’dan bir gün urgan ister. Hoca da ‘Bizim hanım biraz evvel urganın üzerine un serdi, veremeyiz.’ Der. Komşusu güler;’Aman hocam, hiç urgan üstüne un durur mu, ipe un serilir mi?’ diye sorunca, Hoca cevabı yapıştırır. ‘Neden serilmesin. Vermeye gönlüm olmayınca, ipe un da serilir elbet.’
81 -Alnı Açık Olmak
Geçmişinde utanılacak bir davranışta bulunmamak.Temiz karakterli, helalinden kazanıp yiyen, kimseyi aldatmayan, kimseye zulmetmeden ve ailesini utandırmadan yaşayan insana ne mutlu!Eskiden suçluların alınlarına, cezalarına uygun olarak kızgın demirle damga vururlar, suçluların bu usulle topluluk içinde tanınmaları sağlanırmış. Şimdiki gibi adli kayıtlar yokmuş.
Alnından damgalanan suçlular, bu damgalarını halktan saklamak için, alınlarını göstermeyecek şekilde başları öne eğik dolaşırlar, külahlarıyla alınlarını kapamaya çalışırlarmış.Alnımız açıktır yüzümüz de pak
Alın terimizle yaşar gideriz
Sökecektir artık nur yüzlü şafak
Kendi deryamızda coşar gideriz
83 -Denize Düşen Yılana Sarılır Anlamı ve Hikayesi
Dönem II.Mahmut dönemi ve Kavalalı Mehmet Paşa Mısır Valisi dir.
Kendine aşırı güvenen Kavalalı Mehmet Paşa nın amacı
önce Suriye ,ardında Osmanlı yı ele geçirmektir .
Oğlu İbrahim Paşa ,Suriyeyi ele geçirmiş Osmanlının yolladığı gücüde yenmişti.
İstanbula doğru yola çıkmıştı.
II. Mahmut ,ordunun o an için bunlarla başedebilecek vaziyette olmadığından
Ruslarda yardım isteme taraftarıdır. Rus çarı Nikoladan yardım ister.
Bir Osmanlı sultanın Ruslardan yardım istemesi yadırganır.
Bir takım vezirler ‘’bu nasıl işdür?’’ diye mırıldanınca,
Sultan Mahmut Ne yapalım? Düştük denize sarılırız yılana der.
84- İlk Göz Ağrısı
Eskiden savaşlar şimdikinden çok olduğu için, Anadolu’ nun hemen her köyünden, hemen her hanesinden şu yada bu cephede savaşan bir asker olurmuş.Bu askerlerin geride kalan anaları, kardeşleri, hanımları, nişanlıları, yavukluları olurmuş elbette.
Bu biçareler, vatanını, milletini, dinini muhafaza için cephe cephe koşan yiğitleriyle elbet gurur duyarlarmış ama ağlamadan, göz yaşı dökmeden de gün geçirmezlermiş.Bazen aşikar, bazen gizli gizli ağlayan genç kız ve gelinlerimizin göz pınarları kuruyup gözleri çapaklanmaya ve ağrımaya başlarmış.Birbirleriyle konuşurken, o zamanın terbiyesi icabı:
“Senin yavuklun, senin kocan” diyemezler, utanırlarmış.”Benim göz ağrımdan hiç mektup gelmiyor, seninkinden haber var mı?” diye sorarlarmış.Bu deyim, sevdiklerimiz içinde en birincisi anlamında kullanılır
85 -Adam Yerine Koymamak
Bir kimseye değer vermemek, adamdan saymamak.
Bir insan adam yerine konup saygı görmek istiyorsa, bir makama ilmi ve ahlaki faziletleriyle gelmelidir. Onun bunun torpili, hatırı ve nüfuzuyla bir yerlere gelenler adam yerine konulmadığı gibi, saygı da görmezler.
Kethüdazade Arif Efendi, hatır gönül yoluyla tanıdıklarından birinin oğluna bir memuriyet verilmesini ister. Devrin şeyhülislamına bir tavsiye mektubuyla birlikte delikanlıyı gönderir. Şeyhülislamdan:
- Önce imtihana girsin. Kazanırsa bir yer bulunur, tayinini yaparız, cevabını alır. Aradan zaman geçtikten sonra Arif Efendi ile şeyhülislam karşılaşırlar. Arif Efendi:
- Efendi hazretleri, size gönderdiğim adama imtihana girsin, kazanırsa bir yerlere tayin ederiz, demişsiniz. Siz bu makama imtihanla mı geldiniz, deyince, Şeyhülislam:
- Beni de işte bunun için adam yerine koymuyorlar ya, diye cevap vermiş
86 -Onun İpi İle Kuyuya İnilmez
Ona- güvenilmez, onun dediğine inanılmaz, o insanı yolda kor.
Güven duymadığımız, sözlerine inanmadığımız insanlarla alışveriş yapmamak, bir arada bulunmamak lazımdır.
Güven, insanı ve toplumu ayakta tutan manevi duygulardan biridir. Birine güvenmek ve inanmak zorundayız. Bir arada yaşadığımız için birbirimize muhtacız. Güven duygusunun kalıcılığı insanın inançlarıyla yakından ilgilidir.
Eskiden, kendir ve keten liflerinden çul, yular, ip, urgan ve halat gibi günlük işlerde kullanılan eşyalar yapılırdı. Bu işlerle uğraşan, hileli malzeme ile çürük ip yapan Ali Usta adında biri varmış. Hatta bu adama İpi Çürük Ali Usta demeye başlamışlar. Bu ustanın yaptığı ip ve urganlar olmadık yerde kopar, birçok kazalara sebep olurmuş.
Bir gün, derin bir kuyuya bir kuzu düşmüş. Kuyuya inmeye hazırlanan biri, ev sahibinden urgan istemiş. Getirilen urganı beğenmemiş:
- Bu urgan, İpi Çürük Ali Usta’nın malıdır. Onun ipiyle kuyuya inilmez, demiş.
- Haksızlık ediyorsun, Ali Usta’nın ipiyle kuyuya inilir, ama aynı iple çıkılır mı çıkılmaz mı, orasını bilmem, deyince çevresinde bulunanlar, gülüşmüşler.
87 -Nane Yemek
Uygun olmayan bir iş yapmak, bir davranışta bulunmak.
İnsanlar her zaman düzenli iş yapamazlar veya davranışta bulunamazlar. Bazen istemeyerek de olsa düzensiz iş yapar, düzensiz davranışlarda bulunurlar. Hatasız insan yoktur. Önemli olan hataları görüp düzeltmektir. Hatada ısrar etmemektir. Düzen de düzensizlik de insan hayatının birer parçasıdır.
“Nan” Arapça ekmek demektir. Osmanlı Türkçesinde “nan-ı aziz” diye geçer.
Eskiden üç beş medrese mollası ramazanda köylere teravih namazı kıldırmaya gidiyorlarmış. Köyün birinde muhtardan nan-ı aziz istemişler. Muhtar:
- O dediğiniz naneden bizim köyde bulunmaz, demiş.
Mollalar:
- Karnımız aç, bize nan gerek.
- Açsanız ekmek getireyim, biz öyle nane yemeyiz, deyince muhtar, mollalar gülmüşler ve nan’ın anlamını muhtara açıklamışlar
88 Ateş Almaya mı Geldin?
(Ziyaretini çok kısa tutan ,gelir gelmez gitmeye kalkan kişiye söylenen, ‘çok çabuk gidiyorsun’ anlamında bir deyim.)Eskiden kibrit yokmuş. Ateş sönünce, ateş küreği ile komşuya gidilir, bir parça ateş alınırmış.Ateş almak için komşuya geçen kadınlar, kürekteki ateş sönmesin diye oturup çene çalamazlar ve acele ederlermiş.Kapıdan içeri girmeyerek, kısa bir konuşmadan sonra gitmek isteyen ziyaretçilere:-Ateş almaya mı geldin? denmesi de işte bu devirlerden kalmadır.
89 Dolap Çevirmek
Eskiden paşa,vezir,sadrazam,komutan gibi ileri gelen veya mal varlığı iyi olan kişilerin konakları olurdu.bu büyük evler kadınların kısmına haremlik ,erkeklerin kısmına selamlık adı altında iki kısım bulunur. kadınlar kısmı iel erkek kısmı arasındaki duvarda tam bir ekseni etrafında dönen,silindir biçiminde kapaksız bir dolap yerleştirilirdi. yarısı açık ,yarısı kaplalı bu dolabın içinde sıra sıra geniş ,dar raflar bulunurdu. kadınlar kısmında pişen yemekler,içecekler diğer ikramlar bu dolap ile erkekler kısmına servis edilirdi. kadınlar ikram edilecekleir dolabın kapalı kısmına yerleştirip ,erkekler kısmıan çevirir, tabaklar ,fincanlar boşalınca erkekler tarafından kadınlar kısmına çevrilirdi. böylece kadın erkek biribirini görmeden servis yapılmış olurdu. İşet bu servis dolaplarının zaman zaman gönül işlerinde kullanıldığı da olurmuş. Örneğin delikanlının biri sevdalısına kimsenin haberi olmadan çaktırmadan mektup,çiçek vesaire. verecek olursa bu dolaptan yararlanırmış. delikanlıya mendilmi gelecek yine bu dolap hizmet verirmiş.
90 Ocağına İncir Dikmek
Birinin evini barkını dağıtmak, mutlu ve huzur içinde yaşamasına engel olmak, ocağını söndürmek.
Pek çok aileyi perişan eden zorbalardan ve zalimlerden uzak durmak lazımdır. Gerçi onlar yuva yıkmaya devam etseler de mazlumların ahıyla ettiklerini fazlasıyla bulmuş, zulüm yeryüzünde asla payidar kalmamıştır.
Yaptığı zulümlerle tanınan bir devlet adamı, konağının bahçesini düzenletiyormuş. Kocaman bir incir ağacını görüntüyü bozuyor diye kestirmek istemiş. Bahçede bulunan İncili Çavuş, bunu duyunca devlet adamına şöyle seslenmiş:
- İncir ağacı yerinde dursun, kestirmeyiniz.
- Niçin?
- Nasıl olsa bir gün birinin ocağına dikersiniz, cevabını vermiş.
91 Avucunu Yala
(‘Beklediğin olmadı; umduğunu bulamadın’ anlamında kullanılan bir deyim.)Bu deyim, kışın karlı ve soğuk havalarda inine kapanarak, tabanlarının altını yalamak suretiyle karın doyurmaya uğraşan ayıların hareketinden alınmadır.Çünkü ayılar kışın arasa da yiyecek bulamaz hareket edecek olsa da, boşuna enerji tüketmiş olur. Bunu iyi bilen ayılar kış uykusuna yatar. Ayağını yalamakla yetinir yazın gelmesini bekler. Başka yapacak bir şeyi yoktur.
92 -Boyunun Ölçüsünü Almak
Giriştiği işte umduğunu, beklediğini bulamamak, başarısız olmak.
Kimi insanlar, başarılı olabilmek için bazı işlere girişirler. Fakat hayat şartları, onların başarılı olmalarını engeller. Başarılı olup mutlu olmak isterler. Fakat bir türlü mutluluğa erişemezler. Çünkü çalışmayla ilgili bazı özelliklerden yoksundurlar.
Bir yaz günü birkaç genç şehrin kıyısındaki ırmağa yıkanmaya gitmişler. Hepsi soyunup ırmağa atlamış. Uzun boylu olanı, boyunun uzunluğu ile gururlanarak arkadaşlarına büyüklük taslarmış:
- Bu ırmağın en derin yeri bile boyumu geçmez, sizin gibi kısa boylu değilim, demiş.
Diğer arkadaşları buna bir oyun oynamaya karar vermişler. Irmağın en derin yerlerinde yüzmüşler, yüzme bilmeyen uzun boylu arkadaşlarına:
- Gel, bak buraları derin değil. Burada boyunu ölç de görelim, demiş.
Uzun boylu arkadaşları bu söze inanmış, onların bulunduğu derin yerlere gireyim derken, su boyunu aşmış, çırpınarak batağa saplanmış. Telaşa kapılan arkadaşları, biçareyi sudan zor kurtarıp baygın bir hâlde evine getirmiş.
Kapıyı heyecanla açan çocuğun anası, “Ne oldu oğluma?” demiş. Hazırcevap biri:
- Bir şey yok teyzeciğim. Merak etme. Oğlun ırmakta boyunun ölçüsünü alıyordu, azıcık kısa geldi, boyuna göre tabut yapılacaktı ama bize dua et, demiş.
93 Dokuz Doğurmak
Vakti zamanında ,Çengeloğlu Tahir Paşa ,o dönem için asayişi bozuk olan İzmir de geceleri belirli saatler arasında sokağa çıkma yasağı uygulamış.
Bir gece o saatlerde yasağa uymayan yada sokakta olan insanları Zaptiyeler toplayıp
Karakol avlusuna getirmişler,bu sorguyuda bizzat Tahir paşa yapmış,
Sırayla her birine teker teker çok ağır sorular sormuş.
Paşa baştan dokuzuncu sıradakine gelince tekrar sormuş.
‘’Yahu sen? Tellakları duymadınmı?Ne diye sokaktasın bu vakitte?
Adam bir telaşlı bir terli;
‘’Paşa hazretleri ,karım doğuruyordu.Valla ebe aramaya çıktım.Bir iki adım sonra zaptiyeler tuttu beni.Zavallı karım ne haldedir bilmiyorum ‘’ demiş.
Tahir Paşa bir hata edildiğini anladıysada sakallarını sıvazlayıp,
‘’Seni bu kez affediyorum.Amma, o karın olacak Hatuna söyle ,bir daha öyle olur olmaz saatlerde doğurmaya kalkmasın ‘’demiş.
Adam kan ter koşa koşa eve gelip,komşu kadınların arasından karısının yattğı yatağa gelmiş.
Adam;’’Nasılsın?Nemiz oldu ‘’ demiş.
Karısıda ‘’ Sen ne biçim adamsın Ebe bulamaya diye gititin? Kim bilir nerelerde eğlendin?
Sen benim nasıl doğurduğumu biliyormusun ? demiş.Adam ise hararetle,
‘’Ah bre hatun sen neler diyosun??
Sen bir kere doğurdun.
Ben sıradaki sekiz kişiden sorgu nöbeti bana gelinceye kadar dokuz doğurdum.’’ demiş.
94 -Kabak Tadı Vermek
Aynı şeyleri sık sık söyleyip birilerini bıktırmak, usandırmak.
Çenesi düşük olmamak, aynı konuları tekrarlayıp başkalarını bıktırmamak lazım. Söylenecek sözü, yapacak işi olmayanlar kabak tadı verirler.
Bekri Mustafa, bir gün Ahmet Ağa ismindeki bir arkadaşının evine misafirliğe gitmiş. Ev sahibi, cimri mi cimriymiş. Bekri’ye arkadaşı her gün kabaktan yapılmış yemekler ikram etmiş. Sabrı tükenen Bekri Mustafa, “Bu iş kabak tadı verdi.” diyerek bir akşam arkadaşının evinin yanında bulunan bir camiye gitmiş, minareye çıkarak şunları söylemiş:Ahmet derler var bir kişi
Hayra yorar yoktur işi
Sabah akşam kabak aşı
Yenir mi ya Resulallah!(*)
95 Dananın Altında Buzağı Aramak
Başkasını suçlamak için bahaneler bulmak.
Kusursuz kul yoktur. Herkesin bir kusuru vardır. Başkalarını haksız yere birtakım bahanelerle suçlamak doğru değildir. Biz başkalarını yargılama yetkisine sahip değiliz. Başkalarını hele hele haksız yere yargılama ne insanlığa ne de vicdana sığar.
Eskiden zengin bir ağa, sahip olduğu bütün hayvanları, yavrularını yarı yarıya paylaşmak için verir, her yıl hayvanlar yavruladıktan sonra köye gider, yavruları iyice sayar, kulaklarına özel damgasını vurarak bunları defterine kaydedermiş. Köylülere de aksilenir, her hayvanı yavrularıyla görmek ister, köylülere, “Hani bunun kuzusu, hani bunun oğlağı, hani bunun malağı?” diye bağırıp çağırırmış. Sayım yaptığı bir gün, inek sandığı bir dananın altında buzağısını göremeyince boynuzundan tutup, “Hani bunun buzağısı?” diye bağırmaya başlamış. Ağa bir hırsızlık yakaladım diye şamatayı artırmış. Köylülerden biri durumu anlıyıp, “Ağam, ağam!” demiş: “O hayvan inek değil, danadır. Erkek hayvanın buzağısı olur mu?” deyince, ağanın da hevesi kursağında kalmış.
96 Foyası Meydana Çıktı
Aslı astarı araştırıldı, hilesi meydana çıktı anlamında bir deyim.Kuyumcular süs eşyalarında kullandıkları elmasların arkasına, ‘foya’ denilen bir madde sürer, ayna gibi, ışığı yansıtarak, daha çok parlamasını sağlarlar.Zamanla bu foya dökülür, taş da eski parlaklığını yitirir. Buna foyası çıkmış derler. Bunun gibi, hilekar kişilerin yalanları ortaya çıkınca, aynı deyim kullanılır.
97 Çayı Görmeden Paçaları Sıvamak
Zamansız iş yapmak, ortada hiçbir sebep yokken hazırlanmaya kalkışmak.
İnsan her işini gerekli şartlar oluştuğu zaman yapmalı. Zamanında yapılan iş, verimli ve faydalı olur. Zamansız ve düşünülmeden yapılan iş, verimli olmadığı gibi zaman ve emek kaybına da sebep olur.
Serapsız çöl olmaz. Serap, ışığın kumlara yansımasıyla ve kumların uzaktan su gibi görünmesiyle oluşur.
Hiç serap görmemiş bir insan, kervanla çölde giderken sıcağın ve yorgunluğun etkisiyle serap görmüş. Suya yaklaştıklarını sanarak, sevinçle koşmaya başlamış. Bu hareketi gören tecrübeli bir güngörmüş:
- Oğlum, o gördüğün su değil, seraptır. Çaya varmadan paçaları sıvama, demiş.
98 Ağzından Baklayı Çıkarmak
( Sabrı tükenip, o zamana kadar söylemediğini söyleyivermek anlamında bir deyim.)Eski zamanlarda çok küfürbaz bir adam varmış. Memleketin müftüsü bu adamı çağırıp sık sık nasihat edermiş.Küfür edeceği sırada aklına gelip, vazgeçmesi için de ağzında bir bakla tanesi tutmasını önermiş.Bir gün yine müftü efendi bu adama nasihat ederken, münasebetsizin biri içeri girmiş ve müftüye sormuş:-Müftü efendi, sağdıcım öldü. Bana mirasının kaçta kaçı isabet eder?Canı sıkılan müftü, küfürbaza dönmüş:-Çıkar ağzından şu baklayı da, bu herife gerekli cevabı kendi usulüne göre sen ver, demiş.
99 Pusulayı Şaşırmak
Doğru yoldan ayrılmak ve güç duruma düşerek ne yapacağını bilemez hâle gelmek.
İnsanları güç duruma düşüren, onları doğru yoldan ayıran sebepler şüphesiz insanların hâl ve hareketleri ve edindikleri kötü alışkanlıklardır.
İnsan, hâl ve hareketlerinde mantıklı ve düzenli, alışkanlıklarında ölçülü olursa hiçbir problem çıkmaz. Daima iyiyi ve güzeli istemek, kötü alışkanlıklardan uzak durmak, aklı başında hareket etmek, insana insanca yaşamanın yollarını açacak, zorlukları kolaylaşacak ve ne yaptığının farkına varmasını sağlayacaktır.
Valilerden biri afyon çekmeden hiçbir işe bakamaz, kendini bir türlü toparlayamazmış. Sadece katibinin bildiği bu alışkanlıklarını herkesten gizler, afyon kutusuna “pusula” adını vererek, ihtiyaç duyduğu zaman kâtibinden istermiş.
Bir gün, kendisine bir dilekçe vermeye gelen adamın biri, valinin karşısında saygı için eğilince, cebinden afyon kutusunu düşürür. Kutunun içindeki haplar saçılır. Adam, afyonkeş olduğu anlaşılıp vali kızacak diye korkarken, aynı alışkanlığa mübtela olan ve bunun ne demek olduğunu bilen vali, katibine:
- Adamcağız pusulasını şaşırdı. Dilekçesini al, haplarını da topla der.
100 -Kel Başa Şimşir
TarakŞimşir sözcüğü, kılıç anlamına gelir. Deyimde kullanılan şimşir sözünün aslı çok sert ve dayanıklı olduğundan, tarak, cetvel v.b. yapımında kullanılan ‘şimşir’ ağacından gelmektedir.Eskiden zengin bir aile, kızlarını gelin ediyorlarmış. Oğlan evine, adet olduğu üzere, bohça bohça hediyeler gitmiş. Kayınvalide, iki görümce ve eltilere, yaş ve aile içindeki durumlarına göre; altın, gümüş kaplamalı, fil dişi ve şimşir taraklar, diğer armağanlarla birlikte verilmiş.
Küçük elti ağır ve ateşli bir hastalık geçirdiğinden saçları dökülmüş. Aile içindekilerden başka kimsenin, kadıncağızın kelliğinden haberi yokmuş.Kendisine verile verile şimşir tarak verilmesi, küçük eltinin çok canını sıkmış. Kelliğini unutup, armağanları getiren kadına sızlanmış:
“Herkese altın, gümüş tarak, bana da şimşir öyle mi? Yemi gelin, daha bu eve adımını atmadan benimle uğraşmaya başladı…” Oğlan anası gelininin bu hareketinden utanmış ve üzüntü duymuş. O kızgınlıkla çıkışmış: “Senin ki gibi kel başa, şimşir tarak çok bile” deyivermiş.Bu atasözü, yoksul, ya da durumu kötü bir kişinin, vaziyetine uymayan, pahalı, gereksiz şeyler almaya kalkması gibi durumlarda kullanılır.
www.dersturkce.com
2024