1. TÜRKİYE'DE BATBLDLAŞMA HARAKETLERİ
1.1 .Batıcılığın İlk Devresi
1.2. II. Mahmut Dönemi (1808-1839)
1.3. Tanzimat Dönemi (1839-1876) 1.4.1. Meşrutiyet Dönemi
1.5. II. Meşrutiyet
1.6. Cumhuriyet Dönemi
1.7. Batılı Dîmakla Batılılaşmak
1.7.1. Batılı Olmak
1.7.2. Batılılaşmak
XX. Yüzyıla girerken Osmanlı Devleti, hem içte hem de dışta birçok tehlike ile karşı karşıyaydı. Devlet birlik ve beraberliği koruma uğruna siyasal, sosyal ve ekonomik alanda birçok yenilik yapıyor, istediği sonucu bir türlü elde edemiyordu.
Osmanlı Devleti sürekli bir gerileme sürecine girmiş, dönemin aydınları padişahlara sundukları risalelerle gerilemenin nedenlerini dile getirdiler. Koçi Bey'in^ 1630'da IV. Murat'a sunduğu "risale"sinde, özellikle sivil ve askeri kurumların nasıl olumsuz bir yapıya sahip olduğuna dikkat çekmeğe çalışmıştır. Risalesi'nde; Yeniçeri ocağının bozulmasının nedenlerini, dirlik yöntemlerinin çığırından çıkmasını, devlet adamlarının açıkça rüşvet almalarını, belli görev ve makamların rüşvetle ahnıp-satılmasım ve bu yüzden halk tabakasının sürüklendiği durumu açıkça ortaya koymuştur. Çünkü devlet görevlilerinin zulümlerinden Anadolu'daki köylülerin tarla ve evlerini terketmek zorunda kaldığını ve köylerin hemen hemen boşaldığını, oysa bir ülkenin zulüm ile yönetilemeyece-ğini ve yaşayamayacağım açıklamaya uğraşmıştır. Çöküntü, devletteki bürokratik ve dini kurumların bütününü etkilemiş, en dikkat çekici çöküntü ise Osmanlı'nın önemli kurumlarından biri olan silahlı kuvvetlerde ortaya çıkmıştır. Bir zamanlar dünyaya korku salan Osmanlı orduları, artık kendi padişahı ve sivil halkından başka kimseyi korkutamaz duruma gelmiş, utandırıcı yenilgiler dizisi başlamıştır. Bu durumu değerlendiren ünlü tarihçi Lewis, Osmanlı ordusunun bozulmasının en önemli nedeni olarak yeni tekniklere uyum yetersizliğini göstermiştir.
Avrupa ilim ve teknolojide hızla ilerken Osmanlı Devleti tarım, sanayi ve ulaştırmada hatta askeri alanda oldukça geri kalmış. Bu geri kalmışlık, askeri alanın dışındaki bütün kurumlarda da kendini hissettirmiştir.
1 Koçi Bey, Makedonya'da bulunan Görice kasabası halkındandır. Gençliğinde İstanbul'a getirilmiş ve saraya girmiştir. Enderun'da çeşitli hizmetlerde bulunmuş ve Sultan IV.Murat'm güvenini kazanarak, sır katibi olacak kadar padişaha yakınlaşmıştır.
8
1.1. Batıcılığın ilk Devresi
Osmanlı Devletinin Batı uygarlığı ile temasları çok eskilere dayanmaktadır. Devletin yükselme devrinde, kendini her yönüyle Batıdan üstün sayan Osmanlıda Batmın bir "model" olarak izlenmesi bir sorun olarak ortaya çıkmamıştır.
Osmanlının Batının üstünlüğünü kabul etmesi oldukça zor oldu. Çünkü, büyük bir medeniyetin varisi olan Türkler, 16. yüzyılın sonuna kadar Asya ve Avrupa'nın en güçlü ve gelişmiş devleti durumundaydı. İmparatorluğun bu durumu toplumda bir üstünlük ve gurur yarattığından dışarıda ortaya çıkan gelişmeleri asla önemsenmemiş, asırlardan beri karşılarında hiçbir varlık gösteremeyen Avrupa'dan alınabilecek fazla bir şeyin bulunabileceğine ihtimal verilmemiş, savaşlar hariç Batı ile ilişkilerini kültürel ve bilimsel sahalara yönlendirmemişti.
17. yüzyılın sonu ile 18. yüzyılda Avrupa karşısında alınan yenilgilerin, Fatih ve Kanuni zamanındaki sisteme dönülerek önünün alınabileceği düşüncesi ağır basmıştır. Ancak, bunun sonuç vermemesi üzerine, 18. yüzyılın başından itibaren bazı Osmanlı aydınları, imparatorluğun Avrupa'ya Batının silah ve tekniğini alarak karşı koyabileceğini ifade etmişlerdi.
Bu düşünceler, III. Ahmet zamanında (1703-1730), bilhassa 1720'lerden sonra, Sadrazam Nevşehirli İbrahim Paşanın (1718-1730) desteğiyle teşvik görmüştür. Batıcılığın bu ilk devresinde, Batının askeri teknolojisinin savaştaki rolü ve savaşın sonucunu kısmen Tanrıya bırakma şeklindeki köklü inanç tartışılmıştır. Zamanla (1780'lerde) bunun karşısında, savaşta en çok teknolojinin sonuç vereceği görüşü benimsenmiştir. Osmanlı aydınları, imparatorluğun Avrupa'ya Batının silah ve teknolojisini alarak karşı koyabileceğini ifade etmişlerdir. Gerilemeyi din bütünlüğünün yitirilmesine bağlayan biraz farklı görüşlerse bir kısım ulema arasında ortaya çıkmıştı.
Bu konuda ilk adımlar, 18. yüzyıl başlarında atıldı. 18 yüzyıl, geniş anlamıyla doğu-batı arasında bir yumuşama ve yakınlaşma asrı olmuştu. Zira, Avrupa ekonomik gelişmesi icabı dışa açılma, yeni hammadde kaynakları, yeni pazarlar bulma gereğini duymuş, öteden beri papalık tarafından Türklere karşı tahrik edilen haçlı zihniyeti önemini kaybetmiş, artık Osmanlılar da Avrupalılar için tehlikeli bir rakip olmaktan çıkmış, Avrupa'yı tepeden bakma alışkanlığını terk etmiş, hatta onlar da Avrupa'yı yakından tanıma, oradaki gelişmeleri yerinde görme ihtiyacı hissetmişlerdi.
Öte yandan Batı uygarlığının kişinin refahına yönelik bu değerleri Osmanlı idareci sınıfına sızmıştır. Mahalli kültürün kösteklenmesi olarak algılayan İstanbul'un alt ve orta sınıfları, devletin bu sırada ortaya çıkan zaafı karşısında yeniçerilerle ve sadrazamın düşmanlarıyla birleşerek ayaklanmışlardır. Batıyla kurulan ilişkileri halkın yararlarının unutulması
9
olarak değerlendiren, Osmanlı toplumun içinden kaynaklanan bu itiş, Cumhuriyet devrine kadar sürecek olan Batılılaşma ile birlikte gelen bir etki-tepki mekanizmasının ilk örneğini teşkil eder. (Diğer örnekler; Kabakçı isyanı 1807, Kısmen bir Nakşibendi şeyhinin teşvikiyle şekillenen Kuleli vakası 1859 ve 31 mart vakası (13 Nisan 1909) hareketleri)
1.2. II. Mahmut Dönemi (1808-1839)
II. Mahmut dönemi, Batılılaşma tarihinde tamamıyla ayrı ve yeni bir devrin başlangıcıdır. Bu itibarla kültür değiştirmelerine ait devirler arasındaki önemli bir yeri bulunmaktadır. Çünkü, bu devirde görülen yenilikler, daha sonraki dönemler üzerinde etkili olarak, birçok değişmenin çığırını açmış, yönünü tayin etmiştir. Bununla birlikte, II. Mahmut dönemi, zamanımıza kadar devam edip gelen her türlü zorunlu veya güdümlü değişmelerin başlangıcı olmuştur.
II. Mahmut Yeniçerileri ortadan kaldırarak, Anadolu ve Rumeli'deki mütegalibenin nüfuzunu kırarak padişahın mevki ve yetkisini, merkezi idareyi büyük bir nispette kuvvetlendirmiş oldu. Böylece karşısında nüfuzu oldukça sarsılmış ulemadan başka bir kuvvet bulunmayan padişahın, ıslahat ve yenilik teşebbüsleri için artık hiç bir engel kalmamış gibi görünmektedir. Fakat değişmeler bakımından iç bünyenin bu kadar müsait görünmesine mukabil harici durum gittikçe kötüleşmeye devam eder.
Bu dönemde, ortadan kaldırılan yeniçerilerin yerine "Asakir-i Mansure-i Muhammediye" adıyla yeni eğitimli bir ordu kurulur. Fakat bu ordunun modern bir tarzda yetişmesi için yeterli derecede uzman ve subay temin edilmemesi yüzünden beklenilen sonuç alınamaz.
II Mahmut, eğitim alanında da önemli reformlar yaptı. Bu dönemde Harbiye ve Tıbbiye okulları açıldı. Gerek bu okullara, gerek çok daha önce açılmış Mühendishaneye öğrenci yetiştirmek amacıyla rüştiye okulları açılır. İlk öğrenim mecburiyetini koyan meşhur ferman da bu devirde yayınlanır. Aynı şekilde "Mekteb-i Ulûm-u Edebiye", "Mekteb-i Maarif-i Aliye" ve "Guraba Mektepleri" gibi ilk sivil okulların açılması da bu devrin sonuna rastlar. Yine bu devirde Avrupa'ya öğrenim görmek üzere 150 kadar öğrenci gönderilir. Buna, yüksek okullarda bilhassa tıbbiyede eğitiminin Fransızca olarak kabul edilmesi ve yabancı hocaların getirilmesi gibi Batılılaşma yönünde büyük etkileri olan tedbirleri de ilave etmek gerekir. Bu arada o vakte kadar yabancı dillerde Türkler hakkında yazılmış eserler de tercüme ettirilmiş. Aynı zamanda ilk resmi gazetemiz olan Takvimi Vakayi çıkarılmaya başlanmıştır. Bunlara ek olarak, yeni kurulan ordunun ihtiyaçlarını karşılamak ve bu arada ülkenin ekonomisini geliştirmek maksadıyla bazı fabrikalar kurulmuştur.
10
Bütün bunların yanında veya gelişmelere uygun olmak üzere sosyal faaliyetler şahsında da bazı yeniliklere rastlanır: İlk defa nüfus sayımın yapılması; yurtdışına gidebilmek için de pasaportun çıkarılması, posta teşkilatının kurulması, polis teşkilâtının kurulması gibi yenilikler bunlardan birkaçıdır. Bu değişmelerin içinde değişmelerin en önemlisi, devlet ve saray teşkilatında, yaşayış tarzında, kılık ve kıyafette meydana getirilen yeniliklerdir. Devlet teşkilatında, vezirlikler lağvedilerek, onların yerine yetki ve sorumlulukları belli nazırlıklar oluşturulur. Böylece Avrupa'daki emsaline benzeyen yeni tarzda bir kabine teşkiline doğru ilk adım atılmış olur. Bu arada padişah ve nazırların ve ulemanın temas ve ilişki düzeyleri de değişir. Bunların padişahın huzurunda toplanmalarına müsaade edilir. Aynı zamanda önemli devlet meselelerini müzakere ve halletmek maksadıyla "Ahkâm~ı Adliye" ve "Dar-ı Şûray-i Bab-ı Âli" adiyle iki meclis kurulur.
Bu devirde meydana gelen yeniliklerin en mühimlerini zikretmiş olmak için, yukarıda sayılanlara padişahın resmi ziyafetlerde şarap içilmesine müsaade ettiği, resmini ilk defa büyük törenlerde resmi dairelere astırdığını, yabancılarla sıkı temaslarda bulunduğunu, Avrupa'nın başlıca devlet merkezlerinde sefir bulundurulmasına devam edildiğini ilk buharlı geminin yine bu devirde satın alınmış olduğunu da birer ilk teşebbüs olmak üzere ilâve etmek gerekir .
Batıda sürekli Osmanlı elçiliklerinin kurulması bu devreye rastlar. Avrupa'yla ilgili ilk sistematik değerlendirmeler, devamlı diplomatik ilişkilerinin bir ürünü olarak Batıda görevlendirilen Osmanlı hariciye memurları gelmiştir. Osmanlı İmparatorluğu için Batının genel bir "model" olarak kullanılmasına dayanan Tanzimat teklifleri de buradan kaynaklanmıştır .
1.3. Tanzimat Dönemi (1839-1876)
1839'da tahta çıkan Abdülmecid (1839-1861), Reşit Paşanın etkisiyle, Tanzimat Fermanı ya da Gülhane Hatt-ı Hümâyunu denen siyasal bir ferman yayınlamış, ülkede siyasal ve sosyal bazı düzenlemeler yapılacağını duyurmuştu. Bu nedenle, 1839'da başlayan yeni döneme Tanzimat (düzenlemeler) dönemi denir. İkinci bir belge 1856'da Islahat Fermam adıyla yayınlanmış. Abdülmecid'ten sonra Abdülaziz (1861-1876) padişah olmuş ve 1876'da Tanzimat dönemi kapanmıştır.
II. Mamut dönemin sonlarına doğru Batı'da görevli bulunan Osmanlı elçileri, Batı'nın yeni bir özelliğini keşfettiler. 18. Yüzyıl Avrupa'sında bazı krallar teb'anın verimliliğini artıracak bir koruyucu tedbirler bütününü devletin olağan bir politikası haline getirmişlerdi. Krallar, otoritenin bir temsilciler meclisiyle paylaşılmadığı ülkelerde bile milli devlet kurmak isteyen hükümdarlar teb'anın mülkiyet haklarının garanti altına a-
lınmasmın zorunluluğunu anlamışlar, eğitimi halka yaymanın kendilerine getireceği faydayı algılamışlardı. "
Osmanlı devlet adamları milli çapta idari, hukuksal ve iktisadi tedbirlerle Osmanlı İmparatorluğu'nda yüksek sayıda yer alan kültür birimlerini "eritebileceklerini" bir "Osmanlılık" şuuru yaratabileceklerini sanıyorlardı. Uzun vadede bu amaç gerçekleşemedi, fakat Batılı milli devletin birçok kurumu bazen özünü yitirmiş olarak imparatorluğa yerleşti.
Tanzimat Türkiye'sinde Batı'ya karşı bir tepkinin ortaya çıkması, Avrupa devletlerin dış politikasının çok zaman Osmanlı devletini sömürdüğü ya da kendi menfaatleri için bir araç olarak kullandığı algısının doğurduğu hayal kırıklığına bağlanabilir. Osmanlıların 1838'den itibaren çeşitli devletlerle imzaladıkları ticaret anlaşmalarında olduğu kadar tarım ve endüstri politikalarında kendi çıkarlarını koruyamamaları Batı'ya olan tepkilerinin bir yönünü oluşturur.
Tanzimat'ın, Mustafa Reşit Paşa ve onu izleyen Ali Paşa ve Fuat Paşa gibi kurucuları, Batı'nın askeri ve idari yapısını Osmanlı İmparatorlu-ğu'na aktarırken Batı'nın günlük kültürü de ikinci defa etkin bir biçimde imparatorluğa girmişti. Giyim, ev eşyası, paranın kullanılışı, evlerin stili, insanlar arası ilişkiler "Avrupai" olmuştu. Osmanlı tutucu tarihçisi Cevdet Paşa, bu hayat değişikliğinin eski Osmanlı değerlerini nasıl kösteklediğini anlatır.
İlk ve ikinci kuşak Tanzimatçılara karşı sistematik eleştiriler, ancak 1860'larda başladı. Namık Kemal ve Ziya Paşa önderliğindeki bu eleştiriciler grubuna "Yeni Osmanlılar" adı verilmiştir. Yeni Osmanlılar, Tanzimatçıların sömürü olayını anlamadıklarını, bir "üst tabaka" meydana getirdiklerini, kendi kültürlerini kösteklediklerini ve ancak yüzeysel anlamda "Batılı" olduklarını ileri sürdüler. Tanzimatçıların -Yeni Osmanlı'lara göre Batı'nın "ruhu"nu oluşturan hürriyetçi ve parlamenter eğilimleri anlamadıkları da yüzlerine vuruluyordu. Bu yıllarda Batı hakkındaki bilginin artması ve yayılması, Yeni Osmanlı'ların önemli bir rol oynadıkları, Osmanlı gazeteciliği yoluyla olmuştur. 1862'de İbrahim Şinasi tarafından kurulan ve daha sonra Namık Kemal ve Yeni Osmanlı'ların devraldıkları "Tasvir-i Efkâr" Osmanlı aydınları arasında siyasi bilincin genişlemesinde birinci derecede bir rol oynamıştır.
3 Kasım 1839'da ilan edilen Tanzimat fermanıyla tebaaya can ve mal güvenliği, kanun önünde eşitlik, vergilerin tarh ve tahsilinde adalet, askerlik hizmetlerin herkese teşmili ve mülki ıslahat vaat edilmekteydi. Böylece batıda 17. Yüzyıl filozofları tarafından ortaya atılıp Fransız ihtilalinden sonra gerçekleştirilen vatandaşların eşitliği prensibi Osmanlı imparatorluğunda da devletçe benimsenmiş oluyordu. Fermanda ön görülen müslim ve gayri müslim tebaanın kanun önünde eşitliği doğrultusunda bütün tebaaya uygulanmak üzere Fransız Ceza Kanundan esinlenerek 1840 yılında Kânun-ı Cerâim çıkarıldı. Bunu 1850'de Ticaret Kanunun alınması takip etti. Bu kanunların uygulandığı, Nizamiye mahkemelerin-
12
de Batı yargı usulleri tatbik edildi ki böylece eğitimin yanında hukuk sahasında da ikili bir uygulamaya geçildi. Ne var ki fermanda öngörülen reformlardan çoğu uygulanamadı. Askerlik bütün tebaaya teşmil edilmedi, vergi reformu gerçekleştirilemedi, idari ıslahat sözden ibaret kaldı.
Tanzimat'ın gerek Müslümanlar için fazla bir şey getirmemesi, gerekse gayri müslimlerin uygulamalardan memnun kalmamaları, umumi bir memnuniyetsizliğe sebep oldu. Üstelik Osmanlı azınlıklarının sözcüsü durumunda olan Avrupa devletleri de Tanzimat'la gayri müslimlere vaat edilen reformları yeterli bulmadı. Bunun üzerine, 18 Şubat 1856 tarihinde Islahat Fermanı ilan edildi. 30 Mart 1856 tarihli Paris anlaşmasının 9. Maddesinde bu fermana atıfta bulunulmasıyla padişahın ıslahat taahhüdü devletler arası bir mahiyet kazandı. Islahat Fermanı'nda Tanzimat Fer-manı'nda öngörülen ıslahat teyid edilerek, din, kültür, askerlik, idare ve maliye alanlarında yapılacak ıslahatlar teferruatlı bir şekilde belirlendi.
1839-1856 yılları arasında yapılan ıslahatlar Mustafa Reşit Paşa tarafından yürütülürken, 1856'dan sonraki ıslahatlarda büyük ölçüde Ali ve Fuat Paşalar söz sahibi oldular ve kuvvetli bir Fransız etkisi görüldü. Bu dönemin en önemli olayı Fransa'daki Conseil d'Etat'ın benzeri olan Şûrayı Devletin kurulmasıdır. Küçük çapta bir parlamentoya benzetilen böyle bir müessese Osmanlı tarihinde ilk defa görülüyordu. Ne var ki Şûrâ-yı Devlet kısa zamanda önemini kaybederek "Şûrâ-yı Evet" haline gelmiştir.
Medeni hukuk alanında Ahmet Cevdet Paşa başkanlığındaki bir komisyon tarafından Mecelle'nin hazırlanması Tanzimat döneminin diğer önemli çalışmalarından birisidir.
Eğitim alanında da kayda değer gelişmeler olmuştur. Devlet teşkilâtına ehliyetli idareciler yetiştirmek amacıyla 1859 Mülkiye-yi Şâhâne kuruldu. Bunu 1868 yılında Osmanlı-Fransız işbirliği ile kurulan Galatasaray Sultânisi'nin hizmete girmesi izledi.
1861 yılında da Cemiyet-i İlmiye-i Osmaniye'nin Royal Society of England örneğinde kurulmasıyla da batı müspet bilimleri Osmanlı aydın çevrelerinde revaş bulmuştur. Cemiyetin çıkardığı Mecmûa-i Fünûn'da felsefe, coğrafya ve ideoloji gibi konular akılcı düşünceyi Osmanlı toplumuna yaymıştır. Yine bu dönemde basın hayatında da önemli gelişmeler olmuştur.
19. yüzyıl, özellikle Tanzimat Devri batı düşüncesi yanında batı tekniğinin de alındığı bir dönem olmuştur. Avrupa devletlerinin Osmanlı pazarlarını ele geçirmek için mücadele verdikleri bir dönemde tedbir olarak düşünülmüştür. Ancak bu teşebbüs, Avrupa rekabeti, sermaye yokluğu, tecrübe yetersizliği yüzünden başarılı olamamıştır.
Tanzimat, geniş tabalı bir uygulama sağlayamamıştı. Tanzimatçılarının başarısızlığı ilk defa 1860'larda meşruti reform programını gündeme geldi. Yeni Osmanlılar adı verilen rejim muhaliflerine göre devleti kurtarmak için şahsi egemenlik ilkesinden vazgeçilmeli, halkın hakları padi-
şahların üstünde bulunmalıdır. Tanzimat ilkeleri geniş hürriyetlerle desteklenmeli ve merkezi yönetim bu yolla denetlenmelidir. Yurt içi ve yurt dışında faaliyet gösteren aydınlar, bu düşüncelerini kabul ettirebilmek amacıyla yoğun bir mücadeleye giriştiler. Bu çalışmalar sonucunda Ab-dülaziz tahtan uzaklaştırıldı.
Tanzimat, bu bir asırlık batılılaşma hareketindeki gayenin iflasını ilan eder. Bu devirde Avrupa'ya başka bir cepheden yaklaşmak istenir. Batılılaşma hareketi gayesini değiştirmiştir. İmparatorluğun kurtuluşunun çaresi bu defa da, onun teşkilatının, içtimai bünyesinin değiştirilmesinde ve bilhassa hür ve meşruti bir rejim kurmakta görülür. Bundan sonraki üç çeyrek asır da bu gayeyi tahakkuk ettirmek için yapılan mücadelelerle geçer.
1.4.1. Meşrutiyet Dönemi
Abdülaziz'in tahtan uzaklaştırılmasıyla yerine gelen Abdülhamit 23 Aralık 1876 tarihinde ilk Osmanlı Kanûn-u Esasî'sini ilân etti. Böylece Osmanlı imparatorluğu anayasalı monarşi oldu. Artık devlet anayasal esaslara göre yönetilecekti. Fertler eşit ve özgür olacak, yargı organları her türlü baskıdan uzak bulunacaktı. Ancak Sultan II. Abdülhamit, Kanûn-u Esasî'de geleneksel hükümranlık haklarının bir tahdidini gördüğünden, kısa bir süre sonra meclisi kapattı ve anayasayı askıya aldı. Buna rağmen, 1876 denemesi Türkiye'de demokratik rejimin yerleşmesi bakımından önemli bir deneyim olmuştur.
Böylece, Sultan Abdülhamit'in Temmuz 1908 yılına kadar sürecek istibdadı başladı. Ancak II. Abdülhamit dönemi ulaşım, haberleşme ve eğitim alanında önemli gelişmelere sahne oldu. Avrupa'dan başlayan ve memleketin önemli merkezlerini birbirine bağlayan demiryolları yapıldı.
Edebiyat, politikadan men edilen Osmanlı aydınlarının iştigal sahası oldu. Bu alanda Batıyı konu alan veya Batıdan tercüme edilen eserleri sayesinde Osmanlı okurlarının Avrupa toplum hayatını daha yakından tanımaları mümkün oldu. Sultan II. Abdülhamit'in daha başarılı olduğu alan eğitim olmuştur. Eğitim kurumları bütün ülkeye yayılırken, kalite yükseltildi ve programlar modern konulan kapsayacak şekilde yeniden gözden geçirildi. Türkçe tedrisata ağırlık verildi. Eğitimde fırsat eşitliği sağlamak üzere fakir öğrencilere burs tahsis edildi; taşradan gelenler için yatılı okullar açıldı. Eğitim çalışmalarının hepsi bundan ibaret eğildi; mevcut okullara yeni yüksek ve mesleki okulları eklendi. Bunlar arasında hukuk, güzel sanatlar, ticaret, mülki, mühendis baytar, polis, gümrük ve geliştirilmiş yeni bir top okulu bulunmaktaydı. Darülfünun da yeniden düzenlenerek 1900 yılında eğitime başladı.
14
Sultan II. Abdülhamit istibdadına ilk örgütlü muhalefet çoğu öğrenci ve subay olan aydınlardan geldi. 1889 da gizli bir cemiyet kuran muhalifler kısa zamanda büyük bir muhalif topladı. Tarihimizde genç Türkler olarak bilinen muhalifler, Yeni Osmanlıların Hürriyet, Meşrutiyet ve Osmanlılık fikirlerini paylaşıyor, Kanûn-u Esasi'nin tekrar yürürlüğe konmasını istiyorlardı. İsmi daha sonra İttihat ve Terakki'ye çevrilen cemiyet, yurtiçi ve yurtdışında örgütlenerek etkili bir muhalefet yaptı. Ayaklanmaya kadar varan bu baskı sonunda Sultan II. Abdülhamit, 24 Temmuz 1908'de meşrutiyeti tekrar ilan etti. 1918 yılma kadar süren II. Meşrutiyet yenileşme açısından yoğun bir uygulama dönemi olmuştur. Yapılan reformlar ve yaratılan hürriyet ortamı itibarıyla adeta Cumhuriyetin laboratuarı mesabesinde idi.
Yapılan ıslahatlar cümlesinden olarak şehirlerde belediye teşkilatı kurulmuş, İstanbul'da mevcut olan Şehremaneti yeniden düzenlenerek şehrin temizlik, asayiş ve itfaiye işleri batı usulünde tanzim edilmiştir. İktisadi kalkınmada bankacılığın önemi idrak edildiğinden, 1917 yılında Osman İtibarı Bankası kurulmuş, Türk Ticaret Bankası da 1914 başında "Adapazarı İslâm Ticaret Bankası" adıyla bir şirket olarak teşekkül etmiştir.
Yine bu dönemde Türk kadını erkeklerin haklarına eşit haklar kazanmaya başlamış, memur olma hakkını elde etmiş, İstanbul'da İnas Darülfünunu açılarak, kızlara yüksek tahsil yapma imkanı verilmiştir. Aydın din adamı yetiştirmek amacıyla önemli bir adım olarak medreselerin programları yeniden düzenlenmiş, Latin harflerin alınması konusunda ciddi tartışmalar yapılmıştır.
1.5. II. Meşrutiyet
Avrupa'da "Jön Türkler"ler hareketi nihayet II. Abdülhamid'i tahtan indirdi ve 1908'de ikinci meşrutiyeti ilan etti. Bu Meşrutiyet yalnız siyasi bir değişme değil aynı zamanda Avrupalılaşan bir fikir faaliyetinin başlangıcı idi. 1880 ile 1920 arasında ortaya çıkan belli başlı fikir hareketleri şunlardır:
4. Türkçülük.
Bu fikir hareketleri, Gökalp'a göre tarihin devirlerine tekabül etmektedir: Birincisi İlk çağa, ikincisi Ortaçağa, üçüncüsü Modern devre karşılıktır. Bunların yanı sıra içtimai tekâmül kronolojik zamanın akışından tamamen bağımsızdır.
Her aşama, benzer karakterler gösteren cemiyetler birbirleriyle karşılıklı ilişkiye girerler ve cemiyetler arası bir birlik meydana getirirler. Kendine mahsus kültürü olan her millet başka milletten ayrılır; birleşik
15
dil vasıflara sahip olması bakımından başka milletlere medeniyette yaklaşır. Bundan dolayı, bizim kendimize özgü bir kültürümüz olacak aynı zamanda milletlerarası bir medeniyetin üyesi bulunacağız. Kültür her millete mahsus içe ait şahsi bir ruhtur. O bundan dolayı, kelimenin sosyolojik manasıyla, sübjektif bir şeydir. Halbuki, medeniyet, dışa ait, gayri şahsi, milletlerarası birleşik bir şeydir, bundan dolayı da objektiftir. Türklerin, Hinduların, İranlıların, Arapların tarihte arkaik kültürleri vardır: Üniversel bir dine dönmüşlerdi ve milli şuurlarını türlü derecelerde tekrar kazanma yolundadırlar.
Gökalp'e göre İslam imanına sahip olmak, bir millet olmak ve modernleşmek birbirleriyle çelişik değildir; fakat karşılıklı birbirini tamamlar. Modernciler, milliyetçiler ve dini muhafazakârlar arasında çatışma sırf satıhtadır ve lüzumsuz dur. Yeter ki modernizmin veya Avrupa medeniyetini ilim zihniyeti ve teknik tatbikatı ile kabul etmenin milli bir kültürün teşekkülüne ve dini imanın muhafazasına mâni olmak şöyle dursun, onların gerektirdiğini göz önüne alalım .
İkinci Meşrutiyet dönemi Batılılaşma problemini toplumun en temel sorunu olarak gören ve kendilerine Garpçılar adı verilen bir grup, bu hareketin çerçevesini çok daha belirgin biçimde ortaya konmuşlardır. Bu dönemde Batılılaşma düşüncesi sistematik hale getirilmiş ve toplumunun birinci sorunu olarak sunulmuştur.
1. 6. Cumhuriyet Dönemi
Batıcılık aslında devletin, nasıl kurtarılabileceği konusunda Osmanlı İmparatorluğu'nun aydın tabakasının geliştirdiği tezlerden birisidir. Büyük çapta Osmanlı aydınlan, Batı'yı güç ve Batılılaşmayı güçlülük karşıtı olarak düşünmüşlerdir. Batılaşmayı konusundaki tezler sürekli olarak devletin kurtarılması perspektiften ele alınmıştır.
Cumhuriyet yeni bir siyasal yapıyı örgütlemesiyle birlikte Batılılaşma yolundaki tezlerin devleti kurtarma gibi bir perspektiften değil, yalnızca yeni bir toplumsal yaşam yaratabilme amacıyla ortaya atılmıştır. Kısacası, artık ortada kurtarılacak bir imparatorluk bulunmamaktadır.
Cumhuriyet döneminde yapılan reformlar Batılılaşma taraftarlarını oldukça memnun etmiştir . Din devleti görüşüne karşı ulus devleti görüşünün zaferi, çağdaşlaşma yolunda belli bir doğrultuda birbiri arkasına gelecek bir dizi reformların kapısını açmış oluyordu.
Cumhuriyet Dönemini Tanzimat ve Meşrutiyet dönemlerinden ayıran en önemli özellik, geleneksel İslam-Osmanlı temeli yerine onun karşıtı olarak ulus egemenliği ve bağımsızlık ilkesine dayanmasıdır. Cumhuriyetin kuruluş dönemindeki devrimsel değişmeler, bu ilkenin bir klişe ya da özlem olarak kalmak yerine bir gerçek durumuna dönüşmesinin yollarını açan eylemdir.
16
Gazi Mustafa Kemal, 1925'ten başlayarak, Türkiye milli devletinin batılılaşma yolundaki devrimlerine girişti. 24 Ağustos 1925'te şapka kanunu çıktı. Dahası 20 Ocak 1921'de Millet Meclisi'nden çıkan Anayasa ile laiklik, dinin devletten ayrılması esası kabul edilmişti. Bu esasa göre 17 Şubat 1926'da Türk Medeni Kanunu çıkarıldı. Din adamlarının kıyafeti ibadet dışında bütün vatandaşların resmi kılığı olacaktı. 19 Kasım 1925'te tarikatlar kaldırıldı. 16 Ocak 1926'da milletlerarası takvim, saat, rakam ve tatil günleri kabul edildi. Aynı sırada medreseler kaldırıldı. 3 Mart 1924'te öğretimin birleştirilmesi (Tevhid-i Tedrisat) kanunu çıkmıştı. 1 Kasım 1928'de Latin harfleri kabul edildi. 15 Nisan 1931'de Türk Tarih Kurumu kuruldu. (İlk önce Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti adında çalışmalarına başladı). 12 Temmuz 1932'de Türk Dil Kurumu kuruldu. Yine bu sırada Cumhuriyet hükümetinin köycülük siyaseti başladı. 1931'de iktisadi devletçilik inhisar sistemleri kabul edildi. 1930'dan sonra demir yollan politikasına girişildi. Bütün değişikler Türkiye'nin yeni bir siyasi yapılanma halinde politikasına girişildi. Bütün değişiklikler Türkiye'nin yeni bir siyasi yapılanma halinde meydana çıktığını göstermektedir .
Türk Toplumunu çağdaş uygarlık yörüngesine oturtma gibi büyük bir işin iki yanı vardır. Birinci yan, yukarıda bazı örnekler verilen değişimlerle gelenekçilik tutumunu yok etme işidir. İkinci yan, onların yerine bu yörüngeye uygun kuralları, kuruları yerleştirmek; toplumun yeni kuşaklarını bu yörüngenin gereklerine göre yetiştirerek gelenekle çağ arasındaki geçiş köprüsünü kurmaktır. Bu açıdan Cumhuriyet dönemi devrimlerinin toplamı bir yeni-yöneliş devrimidir .
1.7. Batılı DImalda Batılılaşmak
1.7.1. Batıh Olmak
Herşeyden önce "Batı" kavramını irdelememiz gerekiyor. Nedir Batı veya Batı neresidir? Yakın zamanlara kadar Batı, Avrupa'ya karşılık olarak kullanılmaktaydı. Peki ya Avrupa neyi ifade etmekteydi? Avrupa yalnız coğrafyacılara göre bir kıtadır. Temsil ettiği kıymetlerin vardığı hudut çizilirse, içine okyanusları da alan bir Avrupa haritası ortaya çıkar. Bu bakımdan Avrupa kafasıyla düşünen ve amel eden her yer Avrupa'dır.
Fakat hudutlarından dışarıda seyahate çıkmadan evvel, bu kafanın doğduğu ve büyüdüğü yer Avrupa kıtası olduğu için onun tarihinde coğrafyayı, tarihi, sosyolojiyi ve etnolojiyi aynı zamanda ve aynı derecede memnun edecek bir şümule ihtiyaç vardır. Avrupa, adının delalet ettiği kıtadan dğmuş bir kıymetler sistemi telakki edilirse bu şümule epey varılmış olur.
Fakat bizde Avrupa denince çok dar bir muhit anlaşılmaktaydı. Pe-yami Safa bu hususa şöyle işaret eder:
Mithat Paşa'dan başlamak üzere I. Meşrutiyet'ten bugüne kadar yenilikçi yazarlarımız ve devlet adamlarımız Fransız kültürüyle yetiştikleri
için Batı Medeniyetini 19. Asrın 2. yarısındaki Fransız anlayışına göre yorumladık. Bütün Avrupa'yı ve Batı'yı Fransa'dan ibaret sanmışlardır.
Bu anlayış bir noktaya kadar mazur görülebilir. Çünkü Fransa ile i-lişkilerimiz Kanuni zamanına kadar dayanır. Sonraki devirlerde de ilişkilerimiz artarak devam eder. Fransa, Türkiye'nin Batı medeniyetine açılan ilk kapısı olur. Bu kapı, 1. Dünya Savaşı (1914-1918)'na kadar Batı medeniyeti ile temasımızdaki üstünlüğünü korumakta devam edecektir.
Günümüzde ise Batı kavramıyla, Avrupa ile beraber Amerika ve Japonya da kastedilmektedir. Yukarıda değindiğimiz gibi, Osmanlıların Batılılaşma süreci içinde bahis konusu ola Batı, yalnız Avrupa'dan ibarettir. Asya ile kıyaslandığında Avrupa, daha fazla bir bütünlük gösterir. Çok az istisnasıyla ırk, din ve kültür olarak aynı veya birbirine yakın kaynaklardan gelen bir milletler topluluğudur, denilebilir. Bu sebepten, Asya için kullanmakta tereddüt ettiğimiz tek bir medeniyet kavramını Avrupa için, Batı için daha rahat düşünebiliriz. Bir bütün olarak Batı medeniyeti bir vakıadır. Bu medeniyet iki esas kaynaktan beslenmiştir. Sanat ve kültürü Greko-Latin dairesinden, dünya görüşü, felsefesi ve ahlakı Hıristiyanlıktan gelir. Gerçi her iki kaynağın da başlangıcını yine Doğu'ya bağlamak gerekir. Bir anlamda "Ana Şark ve Oğul Garp" (2) gerçekliği vardır karşımızda. Avrupa'nın Grek mucizesi dediği Yunan medeniyetinin ilk kaynakları Mısır'a ve daha gerilere doğru Sümer medeniyetine uzanır. Gelişme alanı Avrupa olan Hıristiyanlık ise, bütün büyük semavi dinler gibi Ortadoğu'da zuhur etmiştir. Fakat yinede Avrupa'nın, adına Rönesans denilen büyük fikir ve kültür hamlesiyle kendine has medeniyeti kurduğu kabul edilmelidir. Çok geniş alanlarıyla ve asırlara yaygın manasıyla kullandığımız Rönesans'ın kaynakları, dolaylı olarak bazı yönleri ile Doğu'ya bağlansa da bu gerçekliğini kaybetmez. Yalnız Batı medeniyetinin bu olağanüstü gelişmesinde, bir erken uyanmanın yanı sıra daha başka özellikle ekonomik faktörlerden de bahsedilmelidir. Önce ticaret yollarıyla keşfedilen daha sonra sömürge haline getirilen Asya, Afrika hatta Amerika, Hint ve Pasifik denizlerindeki adaların zengin kaynaklarını ve kölelik yoluyla işgücünü Avrupalılar kendi ülkelerine taşımışlardır.
Peki Batılı ne demektir? Batılı olmak neyi ifade etmektedir. Sözlük anlamıyla Batılı: Batı ülkeleri veya batı bölgesi halkından olan kimse, garplı. Batı uygarlığını benimsemiş bulunan kimse şeklinde ifade edilebilinir. Batılı olmak yine aydmlarımızca sadece Avrupai olmakla sınırlandırmışlardır.
Batılı adam/Avrupai adam tiplerine Tanzimat dönemi Türk edebiyatında örnekleri rastlamaktayız: Felatun Bey'le Rakım Efendi' romanında Rakım Efendi, îslami ilimlerin yanısıra doğu kültürünün klasiklerini öte taraftan Fransızcayı kimya, anatomi, coğrafya, tarih, batı edebiyatı gibi Avrupa kaynaklı bilgi alanlarını da kavrayan kendi devri için ideal bir aydındır. Çalışıp para kazanmak, mesut olmak, sürekli ilerlemek arzusu,
18
onu Avrupa insanına yaklaştırırken; ağırbaşlılığı, efendiliği, şahsiyetini muhafaza edişiyle aynı zamanda bir Osmanlı'dır. Avrupa'nın bilimine ve tekniğine sahip bir salon adamı olmasının yanısıra yaşayış tarzı, örf ve adetler karşısındaki tavrıyla tamamen millidir.
Günümüzde batılı olmak kavramından şu anlaşılmaktadır: Bütün dünya tarafından kabul görmüş, adeta evrenselleşmiş değerleri -temel insan haklarına saygılı olmak, dünya barışma katkıda bulunmak, demokrasiyi kollamak ve geliştirmek, bilim, teknoloji ve sanat ve edebiyatta ilerlemek ve bunlarla ilgili kazammlan insanlık hizmetinde kullanmak, milletlerarası ilişkileri geliştirmek ve bu uğurda mücadele vermeyi içeren bir kavramdır.
1.7.2. Batılılaşmak
Peki batılılaşmak ne demektir? Sözlük anlamı ile; özellikle Avrupa ülkelerinin düşüncede, çalışmada, hayatı görüş ve anlayışta izledikleri temel ilkeleri benimsemiş olmak, garplılaşmak şeklinde ifade edilebilir.
Tarihimizdeki anlamıyla ise; Osmanlı devletinin gerileme döneminde başlayan ve Cumhuriyet ile yeni boyutlar kazanarak süren batıya koşut çağdaş bir toplum ve devlet düzeni kurma amacına yönelik siyasal ve düşünsel hareket.
Son 150 yıldan bu yana batılılaşma hadisesi çeşitli boyutlarıyla Türk aydınının gündeminden düşmemiş, bu bakımdan hiçbir nesil de batılılaşma münakaşalarına yabancı kalmamıştır.
Batılılaşmanın özel bir mana ile bilhassa resmi literatürde Tanzima ile başladığı kabul edilir. Bu başlangıç Gülhane Hattı diye bilinen fermande devletin takındığı resmi tavır dikkate alındığı takdirde doğrudur. Ancak değişik alanlarda özellikle hukuk, felsefe, eğitim, edebiyat gibi sosyal ve kültürel alan dışındaki maddi alanlarda avrupa ile ilgili birtakım problemlerin ve kabullerin zuhuru için o tarihten de bir 150 yıl kadar geriye gitmek gerekecektir. Nitekim nirengi noktası olarak benimsenen Gülhane Hattı'nın baş taraflarında da yüzelli yıldan beri devletin içine düştüğü sıkıntılardan bahsedilir. Bu tarihin -hic'ri/miladi yılların dönüşüm farkları ve hesabın yuvarlaklayştırılması da dikkate alanırsa- Karlofça (1699) Antlaşması'na ve bu antlaşmanın etrafındaki tarihi hadiselere tekabül ettiği anlaşılmaktadır. Bu antlaşma batı karşısında ilk kesin kayıpların resmi vesikasıdır. Kayıpların muhasebesi hal çareleri ve batının -istersek sadece askeri alanda diyelim- artık gözle görülen üstünlüğü üzerine eğilme teşebbüsleri, aynı zamanda batılılaşmanın da başlangıcı olmalıdır.
Batılılaşma hareketleri ve tanzimat hakkında en çok yazılan ve üzerinde en çok münakaşa edilen meselelerden biridir. İtirazlar bu ıslahat
19
teşebbüslerinin gerekmediği, batı tarafından yapılan baskı ile kabullenmek zorunda kalındığı üzerinde yoğunlaşır.
Batılılaşmaya farklı devirlerde farklı anlamlar yüklenmiştir veya aynı devirde farklı anlamlar yüklenmiştir. Kimi aydınlarımıza göre batı herşeyiyle kabullenilmeli, bize ait ne varsa terkedrilmelidir. kimi aydınlarımıza göre ise batının özellikle ilim, teknik, sanat ve edebiyattaki olumlu gelişmeleri alınmalı, bize ait bizi biz yapan değerler korunmalıdır. Aşağıda bu ikinci gruba giren aydınlarımızın görüşlerine bir göz atalım.
Mehmet Akif, 2. Safahat'mda batının ilmini ve tekniğini almanın milliyet fikrine zarar vermeyeceğini söylerken de her milletin kendine mahsus hususiyeti olduğunu başka milletleri taklit etmenin yanlış olduğunu gayet açık olarak dile getirir.
Alınız ilmini garbın, alınız san'atını Veriniz hem de mesainize son sür'atini Çünkü kabil değil artık yaşamak bunlarsız, Çünkü milliyeti yok san'atın,ilmin,yalnız İyi hatırda tutun ettiğim ihtarı demin, Bütün edvar-ı terakkiyi yarıp geçmek için, Kendi mahiyyet-i ruhiyyeniz* olsun kılavunuz. Çünkü beyhudedir ümmid-i selamet onsuz.
Ömer Seyfettin batılılaşmaya farklı bir pencereden bakar. Avrupa'dan (Japonlar gibi) yalnız tekink gelişmeleri almamız gerektiğine dikkat çekerek, Avrupa'dan kesinlikle medeniyet almamız gerektiğini ifade eder. Bizim kendimize has bir medeniyetimiz olduğunu belirtir. Batıya ait kültür unsurlarının alınmasına kesinlikle karşı çıkan Seyfettin, milli kültür unsurlarının korunmasından yanadır.
Sonuç olarak şunları söyleyebiliriz; batılı olmak batı medeniyetini batı medeniyetinin ayırt edeci ve üstün vasıflarım ve ilerlemedeki itici vasıflarını benimsemek demektir.
Batılılaşma ise az önce de değindiğimiz gibi kimilerine göre her şeyiyle batının kabul edilmesi milli ve yerel değerlerin atılması demektir. Daha yaygın diğer görüşe göre milli değerlerin -din, dil, hars, vb...- de korunarak batının olumlu müesseselerinin gelişmelerinin alınması ve bu yönde bir süreklilik içinde bulunulması demektir. Bu ikinci anlayışa en iyi örnek Japonya'dır. Japonya daha 19, asrın sonlarında batılı bir özellik kazanmıştı. Günümüzde de en ileri batılı -fakat milli değerlerine de sahip çıkan- ülkelerden biridir.
www.dersturkce.com
2024