MEHMET ÂKİF FATİH KÜRSÜSÜNDE
GİRİŞ
M ehmet Âkif, cami kürsülerini farklı amaçlarla kullanmıştır. İstanbul’un Süleymaniye ve Fatih camilerinin kürsüleriyle Balıkesir’deki Zaganos Paşa Camii ve Kastamonu’daki Nasrullah Camii kürsülerinde halka hitabetmiş; ayet ve hadis tefsirlerinden de yararlanarak, İslamiyet’in ilerlemeye mâni olmayan bir din olduğunu, İslam dünyasının içinde bulunduğu tembellik ve cahillikten bir an önce sıyrılarak Batı medeniyetini benimsemesi gerektiğini, kurtuluş için birlik ve beraberliğe ihtiyacımızın olduğunu cami kürsülerinden yaptığı konuşmalarda vurgulamış, halkı uyandırmaya, aydınlatmaya çalışmıştır.
1911 yılında yazılmaya başlanan, 1912 yılında da tamamlanan Süleymaniye Kürsüsü’nde adlı manzumesinde Mehmet Âkif, halka İstanbul’un önemli bir camiinden seslenerek, “Devrin siyasî ve sosyal problemlerine ve dini konularına gerçekçi ve eleştirel bir bakış açısıyla yaklaşmıştır” (Doğan 2004:31). Bu yıllar Balkanlarda milliyetçilik hareketlerinin ve Trablus savaşının başladığı, İmparatorluğun sonuna yaklaşıldığı yıllardır. İşte Mehmet Âkif böyle bir dönemde, devrin sosyal ve siyasî havasını realist bir bakış açısıyla eleştirdiği bu manzumesinde, meseleleri sadece sergilemekle kalmamış, çözüm bulmaya da çalışmıştır. Bu çözümün de ancak çalışmakla mümkün olabileceğini ileri sürmüştür. Onun hayata ve olaylara bakışında değerlerini kaybetme, şuursuzluk ve ümitsizlik yoktur. Bilakis değerlerine, özüne sahip çıkarak, bunları Avrupa’nın tekniği ile birleştirip fevkalade bir terkip yaparak ve çok çalışarak gelişmek ve ilerlemek fikri vardır. Âkif’in istediği de budur (Doğan 2004:43).
Amerikan mandasının gündeme geldiği sıralarda Mehmet Âkif bir gün Eşref Edip’e, Balıkesir’e gitmeyi teklif eder. O sırada Yunanlılar Ayvalık’a asker çıkarmıştır. Âkif’in Balıkesir’e gitme isteğinin altında bu olay yatmaktadır. Balıkesir’e geldiklerinde Zaganos Paşa Cami’inde kürsüye çıkar ve “Ey Müslüman!” diye bağırarak son yazdığı “Alınlar Terlemeli” başlıklı manzumesini okur. Sonra kürsü etrafında toplananlara şunları söyler:
“Yaşamak, diğer milletler gibi bizim de hakkımızdır. Fakat, bilirsiniz ki haklı olmak başka, haklı çıkmak gene başkadır. Haklı çıkmak için kuvvet lâzımdır. Hangi milletin adalet muhakemesine müracaat ederseniz, ediniz, kuvvetiniz varsa hakkınızı verirler; kuvvetiniz yoksa ağlamakla, onların insanlık duygusuna, medeniyet duygusuna ilticaya kalkmakla bir şey elde edemezsiniz, hüsrandan başka bir netice alamazsınız...”
Bu sözler Atatürk’ün o zamanlar ve ondan sonra söylediği şu sözün başka türlüsü idi: “Merhamet dilemekle millet işleri, devlet işleri görülemez; milletin ve devletin şeref ve istikbali sağlanamaz. Merhamet dilenmek diye bir prensip yoktur” (Nutuk, s:221).
Zaganos Paşa Cami’inde söyledikleri O’nun yerini artık tâyin etmişti: Atatürk’ün yanı...” (Erişirgil 403,407).
Mehmet Âkif’in “Balıkesir’e gidişi ve Zaganos Paşa Cami’inde vaazı en önemli ve en şerefli olaydır” (Erişirgil 406).
Bu olaydan sonra Mehmet Âkif, devletteki görevinden, Darülhikme Başkâtipliğin’den azledilir. Artık İstanbul’da duracak zaman değildir. Anadolu’ya geçip halkı aydınlatmak gerektir. Âni bir kararla sadece Eşref Edip ve damadı Ömer Rıza Doğrul’a haber vererek Ankara’ya gider. Oradan da Konya’ya geçer. Millî hareket aleyhine yapılan bir takım olumsuz hareketleri bastırmakla görevlendirilmiştir. Konya eşrafıyla görüşür ve onlara memleketi savunma gerekliliğini anlatır (Erişirgil 410-413).
Konya dönüşü Mehmet Âkif, Kastamonuluları “Millî hareket” konusunda bilgilendirmek amacıyla Kastamonu’ya gider. Nasrullah Camii’nin kürsüsüne çıkar, halka vaaz eder:
“Müslümanlar, dedi, sakın Millî hareket aleyhinde olanların sözlerine kulak asmayınız. Çünkü onlar, halkımızı köle haline getirmek istiyorlar” (Erişirgil 413).
Mehmet Âkif Nasrullah Camii’nin kürsüsünde vatanın içinde bulunduğu durumu etraflıca tahlil ettikten sonra, vatanın nasıl elde edilmiş ecdât yadigarı olduğunu cemaate anlatır ve bu arada “Yoksa, bizler o muazzam ecdadın ahfadı değil miyiz?” diye bağırır. Sonra coşan ve ağlayan cemaatle birlikte dua eder.
Kastamonu’daki bu vaaz Diyarbakır Büyük Cami’inde de halka dinletilir. Vilayet Matbaasında çoğaltılarak Diyarbakır’dan başka Van ve Bitlis illerine de gönderilir. Ayrıca Sebil-ür-Reşat’ta da yayınlanır. Mehmet Âkif bu vaazıyla istediği etkiyi yapmıştır.
Mehmet Âkif’in kürsüsüne çıktığı İstanbul camilerinden biri de Fatih Cami’inin Kürsüsü’dür. Şimdi de bu manzumeye bakalım:
FATİH KÜRSÜSÜNDE
a. Esere Dıştan Yaklaşım
“Hamasî Şairimiz Midhat Cemal’e” ithaf edilen bu uzun manzume 1914 yılında Safahat’ın dördüncü kitabı olarak yayınlanmadan önce, Sebil-ür-Reşad mecmuasında, 27 Haziran 1329 (1913) - 10 Temmuz 1330 (1914) tarihleri arasında tefrika edilmiştir.
Eser iki bölümden meydana gelmektedir:
“İki Arkadaş Fatih Yolunda” ve “Vaiz Kürsüde.” Mesnevi nazım şekliyle ve aruzun Mefâilün/Feilâtün/Mefâilün/Feilün (Fa’lün) kalıbıyla yazılan eserin sonu dua ile tamamlanmıştır.
Fatih Kürsüsü’nde adlı manzume, tıpkı Süleymaniye Kürsüsü’nde olduğu gibi, yapı bakımından giriş, gelişme ve sonuç bölümleri olan bir tahkiyeli eser görünümündedir. Buna göre, “İki Arkadaş Fatih Yolunda” başlıklı kısım eserin giriş, camideki vaaz gelişme, dua (didaktik karakterli) ise sonuç bölümünü oluşturur. Eserde anlatıcı, vaaza kadar şair, devamında ise kürsüdeki vaizdir. “İki Arkadaş Fatih Yolunda” adlı bölümde şair ve arkadaşı arasında geçen uzun konuşmaya yer verilmiştir. Manzumede sözü edilen “arkadaş”, büyük bir ihtimalle, Mehmet Âkif’in dostlarından olan ve eserini de ithaf ettiği Mithat Cemal olmalıdır.
b. Esere İçten Yaklaşım
Konuşma üslubunun hakim olduğu ilk kısımda şairi, arkadaşıyla beraber vapurla köprüye yanaşırken görürüz. İki arkadaş vapurdan inip Fatih Cami’ine gidinceye kadar birçok konuda konuşurlar. Bu konuları şöyle sınıflandırmak mümkündür:
1. Halkın cahilliği, bilime önem vermeme, doğaya karşı duyarsızlık:
Şair, burada eski teknelerin iskeleye yanaşırken yara almasından, tamiri için de çok odun kullanılmasından, dolayısıyla ağaç kesilmesinden, ağaç kesmeye alışmış bir neslin dikmeyi bilememesinden, halkın cahillikten dolayı güzelim doğayı mahvetmesinden sitayişle bahseder.
2. Ön yargılı davranma:
Şair o gün, arkadaşına öğle namazını Fatih Cami’inde kılmayı teklif eder. Ama arkadaşı saçma sapan sözler dinlemek istemediğini, hatta sarıklı milletinin, milletin başına bela olduğunu söyleyerek teklifi reddeder. Şair ise her konuda genelleme yapmanın, ön yargılı davranmanın yanlış olduğunu, medreseden de çok dehalar yetiştiğini belirtir.
3. Kıymet bilmeme, eski değerleri koruyamama:
Eski değerlerin kıymetini bilemediğimizden de yakınır şair. Arkadaşını ikna etmenin verdiği rahatlıkla köprüyü geçen Mehmet Âkif, karşılarına dikilen Yeni Cami görünce duygularını şu mısralarla ifade eder:
“- Aman, şu mâbet-i feyyazın ihtişamına bak:
- Bakar bakar doyamam: âşık olmuşum, mutlak!”(s:241)
Mehmet Âkif caminin ihtişamı ve güzelliğinden öylesine etkilenir ki bakmaya doyamaz. Ama ne yazık ki millet olarak bu güzelliği koruyamamışızdır. Nedense bu temiz yere yabancılar üşüşmüştür. Bunların hepsi kalleştir. Camiin etrafına yayılmışlar, avlusunu yolgeçen hanına çevirmişlerdir. Durumu Vakıflara bildirmek ve buradan sadece namaz için gelenler geçebilir, diye bir kural koydurmak mümkündür. Geçenlerde bu kalleşler mahfili de yıkmaya kalkmışlardır. Şaire göre bunlar “zırdeli”dir. Caminin saatleri de ilgisizlikten dolayı durmuştur ve tamir edilmemiştir. Bütün bunlar şairi çileden çıkarmaya yeter. O, genel olarak sanat eserlerinin, özel olarak da camilerin Türk sanat ve kültür hayatında ne denli önemli olduğunu düşünür. Onları korumak yerine onlara zarar vermek akıllıların işi değildir. Onların varlığı bizim medeniyetle âşinalığımızı göstermesi bakımından oldukça dikkate değerdir.
Mehmet Âkif mimarî eserlerle ilgili fikir beyan ederken sadece duygusal davranmamış, aynı zamanda bilimsel gerçeklere de dayanmıştır. Örneğin, kemer için söylediklerine bakalım:
“- Kemer de öyle muvafık mıdır aceb fenne?
-Ne söyledin?
- Şu atılmış verev kemer iyi mi?
- Fünun-u hendesenin var ya bir de “tersimi”
Denen usûlü...Onun mâhirane tatbiki.”(s:243)
Şair ve arkadaşı yürümeye devam ederken o civardaki “Banka”yı görürler. Arkadaşı bankayı beğenir. Ama şair bu bankayı melez bulur. Ona göre sanatta önce asalet olmalıdır. Necip esere örnek aranırsa hemen oracıktaki Osmanlı sebiline bakmak yeterlidir:
“Necib eser arıyorsan: Sebile bak, işte...
Taşıp taşıp dökülürken o şi’r-i berceste,
Safa-yı fıtratı şahit ki: tertemiz aslı;
Damarlarında yüzen kan da can da Osmanlı!” (s:243)
Osmanlının eserlerinde ecdadın ruhundaki sanatın çoşkunluğu göze çarpar. Bu şehrin sıkılmaz evlatları, bu tür eserlere karşı gösterdiğimiz kayıtsızlıktan sıkılmalıdırlar.
4. Dil
Mehmet Âkif dil konusundaki görüşlerini de belirtme fırsatı bulur bu uzun yürüyüş sırasında. Ona göre lisana hiç yenilik sokmayın, demek olmaz. İngilizin, Fransızın tasarruflarını aynen alırsak şivemizin hâli ne olur? Lisanın da bir millî vekârı olmalıdır. Eğer olmazsa yükselmesi mümkün değildir. Dilde muhafazakâr olmak lazımdır. Aksi hâlde milletin kılığı gibi dili de bozulur. Şair bu arada eski gramerin zorluğuna da işaret eder.
Mehmet Âkif’le arkadaşı dil konusunda konuşmaya dalmışken Süleymaniye Cami’ine yaklaştıklarını farkederler. Bu haşmetli eser karşısında şair hayranlıkla beraber acizliğimizi de dile getirir. Bugün böyle bir eseri yapmak çok zordur, bari koruyabilsek, diye düşünür. Eski hastane ve tıp okulu yerine bugün miskin kılıklı kahvehaneler açılmıştır. Bugün, burada eskiden Tıbbiye Mektebi olduğundan kimsenin haberi bile yoktur. Ne kadar vefasızız! Bu müesseseye de hiç bakmamışız. Buraya dikkatlice bakanlar, orada gömülü, saklı darmadağınık sırları farkederler. Bir zamanlar operatörler o masalarda nice ameliyatlar yapmışlar, öğrencilere o mermer masalar üzerinde ne dersler vermişlerdir. O masalar şimdi kendileri naaş olmuş yatmaktadır. Bugün üzerlerinde bekârlar fasulye pişirmektedir. Ne hazin!
5. Tembellik
Eski eserlerimize kayıtsızlığımızdan şikâyetle yola devam eden şair ve arkadaşı eğri büğrü sokaktan geçip Vefa’ya gelirler. Vaktiyle burada bir meydan varmış, ama bugün bir yol görünüyor. Yol üstünde epeyce de kahve var. Nerde yok ki diye soruyor şair. Cevap: Her yerde! Kahveleri hiç sevmeyen şair, buradaki insanların düşünmekten aciz olduklarını, çalışmayıp tembellik ettiklerini, geleceklerini düşünmediklerini ve kendilerini eğlenceye verdiklerini düşünüyor. Buraya gelenlerin hayat felsefesi şöyledir:
“Hayat akıp gidecekmiş... Ne var kederlenecek?
Zaman zaman bu zaman...Durma bir nefes daha çek!” (s:248)
Böyle geçmişini bilmeyen, yarınını göremeyen, sadece günü yaşayan köksüz ve gayesiz insanlarla bu toplum nereye gidebilir? Şairi endişelendiren de bu olsa gerek.
6. Din
İslam birliği idealini benimseyen Mehmet Âkif, dini kuralların ihmal edildiğinden, din ve dünya işlerini birbirinden ayırmanın gereksizliğinden şikayetle, insanları imandan ayırmanın mümkün olamayacağı görüşünü burada bir kez daha vurgular. Ona göre, koskoca millette eğer beyin olsaydı, vücut ile beyni ayırmazdı. Sonunda ne oldu? Milletin öz evladı birbirine düşman kesildi. Sonra yine birbiriyle kardeş oldu. Bu fikirleri şairin aklına getiren, eski bir medrese olan Ekmekçioğlu Medresesi’dir. Burası, zavallı milletin birliğini bozan, ikilik çıkartan yerdir.
Mehmet Âkif yolun sonuna doğru yaklaşırken meşhur su kemerini görür ve arkadaşına onun hünerini anlatır, ama namaz vakti geçmek üzeredir. Telaşla abdest alıp camiye girerler.
Eserin ikinci bölümü “Vaiz Kürsüde” başlığını taşır. Buraya geçmeden önce, “Bütün göklerdeki ve tekmil yerdeki hükümranlığa bakmazlar mı?” mealindeki âyeti kerime yer alır. Bundan sonra vaizin kürsüde olduğu bölüm gelir.
VAİZ KÜRSÜDE
Mehmet Âkif’in vaizinin gündeminde pek çok konu vardır. Bunlar çalışma, vatan-millet sevgisi, eğitim, Doğu-Batı karşılaştırması, Batı medeniyetinin alınmasının gerekliliği, hayat, tembellik, cehalet, tevekkül, miskinlik Balkan zulmü vb. konulardır.
Vaiz konuşmasında, çalışmanın önemini ve hayattaki gereğini vurgular. Ona göre, dünyada her şey çalışma ile elde edilebilir. İnsan hayatta çalışarak kalıcı olabilir. Kalıcı olmayı bilen insan, çalışmayı da görev bilir. Çalışmayan insanın, dünyada kalıcı eserler bırakması mümkün değildir. Mehmet Âkif bu düşünceleri, manzume boyunca altı kez tekrarladığı şu beyitte verir:
“Bekayı hak tanıyan, sa’yi bir vazife bilir;
Çalış, çalış ki beka sa’y olursa hak edilir.” (s:253, 255, 259, 261, 262, 263)
Vaiz, araştırmaların da çalışmanın önemini ortaya koyduğunu vurgular. İnsan varolmak için hayatta mücadele etmelidir. Yokluktan bir varlık sarayı inşa etmek, ancak idrak ve irade sahiplerinin işidir:
“Kulak verin de neler söylüyor, bakın idrâk:
Bu, lücce lücce tekâsüf, bu sa’y-i dehşet-nâk,
Beliğ sa’yidir umman-ı kudretin ezeli,
Hurûş-u feyz-i ezel her kutayresinde celî.
Mükevvenâtı ezelden halâs edip ebede
Sürükliyen onu hayret-fezâ hüviyyette
Takallübat ile bir müntehaya doğru süren;
Hem istikameti dâim o müntehaya veren,
İrade hep ezeli sa’yidir, bakılsa, onun;
Kimin? O Kudret-i Mahzun, O Sırr-ı Mekrunun!
Ne dinlenir, ne de âtıl kalır velev bir ân,
Şüûn-u hilkati teksif edip yaratmaktan:” (s:254)
Vaiz şimdi, bir başka kudret tasavvur edilse, onun da esası madde olsa der. Ona göre madde, ezeldeki sa’yin yoğunlaşmasından ibarettir. Madde bir çok şekil alır. Onun da “aslı seyyali” sa’ye varır. Neden? Çünkü, sa’y bütün kudretin yoğunlaşmasıdır, zaman ve mekanla da ilgilidir. İlim dünyayı aydınlatır. Ama hâlâ karanlık içinde kalmayı isteyenler vardır. Bu gibiler yüzünden yaratılışın manasını anlamanın imkânı yok gibidir. Vaiz bunlara karşı yine çalışmanın önemini vurgulayan o beyti tekrarlar.
Vaize göre, yer gök, güneş, ay, yıldızlar, her şey çalışmadadır. Dünyadaki her şeyin bir düzeni, tabiatın kendine özgü gizli bir lisanı vardır. Doğa bir aile gibidir ve onun üyeleri arasında büyük bir muhabbet vardır. Büyükler, küçükler için bakıcı ve öğreticidir. Onların hayatını düzenler, onları görüp gözetir. Güneş bu ailenin sıcak ve dost olan reisidir. Bu yuva hep onun himayesindedir. Gökyüzü üyeleri arasında bir birlik ve düzen vardır. Bu ezici azmi, bir engel ümitsizliğe dönüştürebilir mi? Gökyüzündeki Yıldızların hareketi bile programa bağlıdır. Sayısız Yıldızlar hep çalışmaktadır ve sonsuz Gökyüzünde herhangi bir duraklamayı düşünmek bile imkânsızdır. O muhteşem kütle çalışmadan geri durmaz. Bu kütle işte bizim kainatımızdır. Bu kainatın içindeki her zerre (Yıldızlar, bulutlar) ana rahmindeki saklı fertlere hayat vermek için devamlı çalışmaktadır.
Vaiz yaradılışın esasına dair daha pek çok bilgi verdikten sonra konuyu yine çalışmayla ilgili -yukarıda verilen- beyitle tamamlar.
Vaiz küçük bir taş örneği vererek konuşmasını sürdürür. O küçük taş, önünde azmine engel gördüğü şeyleri kaldırmak için canla başla çalışır. Dünyaları dolduran çalışmalarda kendisinin de bir gayreti olduğunu göstermek için çabalar. Bu taş parçasını naçiz görmemek gerekir. O, küçük gibi görünse de, aslında büyük bir varlıktır, Yıldızları, Güneşleri, Gökyüzü, peykleri ve sehabesiyle şu bildiğimiz kâinatın bir parçasıdır. Vaiz bu küçücük taş örneğini verdikten sonra bu bölümü de yine aynı beyitle sonlandırır.
Bir sonraki bölümde şair bildiğimiz çalışmanın tabiattaki kuvvetini göstermek için örnek vermeye devam eder. Işığın karanlıkla yarışı, buharın havaya yükselip buhar oluşu, sonra yağmur olup yağması, yıldızların oluşması, nehirlerin taşması vb. olaylar tabiat unsurlarının birbiriyle uyumlu çalışmasıyla ilgilidir. Gökteki sesler, yerdeki coşkunluk nedir? İşte şairin cevabı:
“Evet, kuva-yı tabiiyyenin bu dûşâ-dûş
Mücahedatı ki, bir bî-nihaye silsiledir,
Tezahumiyle yerin sinesinde, yükseltir,
Hayatın ismini te’bide bir büyük timsal,
Ki cephesinde tecelli eder durur şu, meal:
“Bekayı hak tanıyan, sa’yi bir vazife bilir;
Çalış çalış ki; beka, sa’y olursa hak edilir.” ( s: 261-262)
Hayatın sahiplerine bakın. Bütün bitki ve hayvanlar da hayat hakkı peşinde koşmaktadır. Bütün dünya gibi onlar da yaşamak istemektedir. Hayatta kalabilmek mücadeleyi gerektirir. Çalışmayıp oturanlar, mücadeleyi kaybettikleri için gebermeye, boğulmaya lâyıktır. Ama çalışanlar bu savaşta daima kazanırlar. Kimin kolunda “çalışma” denen vefalı silah görülmüyorsa, o, sonunda kurtuluşu ümit etmesin. Gerek hücuma, gerekse müdafaaya geçilsin, kavgaya giren mutlaka silahlı olmalıdır. Bu silah çalışmadır. Tabiatın bütün unsurları ağaçlar, çiçekler, kuşlar, bahar, hazan vb. her şey yaratılışın bu şiirini, çalışmanın önemini her an söyler durur.
Yaşam savaşında insan da -tabiatın diğer unsurları gibi- kazanmak için çalışmaya mecburdur. Çalışmadan kişilerin ve ailelerin varolması mümkün değildir. Çalışmak ebedî bir kanundur. Çalışmayanların hayatta kalmaya hakları yoktur.
Çalışmanın öneminin örneklerle ortaya konulduğu bu bölümden sonra Doğu-Batı karşılaştırması yapılır ve Batının ilerlemesi karşısında Doğunun ne kadar geri olduğu gösterilir. Vaiz böyle giderse yakında Doğunun yeryüzünde yerinin bile kalmayacağını hatırlatır. Batı yerde, gökte ve denizde çalışarak mucizeler yaratmıştır. Doğu ise üzerine ölü toprağı serpilmiş gibi, Batı’nın karşısında cenazeden farksız insanları, dilencilikle yaşayan derbeder hükümetleri, esaretleriyle övünen zavallı milletleri, harabeleri, çamur evleri ve çamurdan insanları, ekilmemiş yerleri, biçilmiş ormanları, her türlü hastalıkları, hurafeleri, üfürükleri, batıl inançları, tembelliği ve tembelleriyle üzücü bir görünüm arz etmektedir. Şark milletlerinin hangisi bu özellikleri taşıyor diye merak edip soranlar olursa, vaizin vereceği cevap şu olacaktır: Biziz. İçinde bulunduğumuz durumu ortaya koyan şu satırlara bakalım:
“Numune işte biziz... Görmek isteyen görsün!
Bakın da haline ibret alın şu memleketin!.
Nasıldın ey koca millet? Ne oldu âkıbetin?
Yabancılar ediyormuş -eder ya- istikrah:
Dilenciler bile senden şereflidir billâh.
Vakarı çoktan unuttun, hayayı kaldırdın;
Mukaddesatı ısırdın, Hudâya saldırdın!
Ne hâtırâtına hürmet, ne an’anatını yâd;
Deden de böyle mi yapmıştı ey sefîl evlâd?
Hayatın erzeli olmuş hayat-ı mu’tadın;
Senin hesabına birçok utansın ecdadın!
Damarlarındaki kan âdeta irinleşmiş;
O çıkmak istemiyen can da bir yığın leşmiş!
İade etmenin imkânı yoksa mâziyi,
Bu mübtezel yaşayıştan gebermen elbet iyi.
Gebermedik tarafın kalmamış ya pek, zaten...
Sürünmenin o kadar farkı var mı ölmekten?
Sürünmek istediğin şey! Fakat zaman peşini
Bırakmıyor, atacak bir çukur bulup leşini!
Bugün sahife-i âlemde sen bir lekesin;
Niçin vücudunu kaldırmasın, neden çeksin?
“İşitmedim” diyemezsin; işittik elbette:
“Tavakkufun yeri yoktur hayat-ı millette.” (s.265-266)
Yukarıdaki ve devamındaki satırlarda vaiz bazı Türk erkeklerinin tembelliğinden, hayatı fazla sevmesinden, miskinliğinden, esaret ve zillete katlanma alçaklığından, millî ve vatanî duygularının dumura uğramasından, mücadeleden kaçmasından, ecdadının emanetine, kutsal değerlerine sahip çıkamayacak kadar aciz ve sefil olmasından, Batı’nın karşısında küçük düşmesinden, dilencilikle siyasetin döndürülemeyeceğini sanmasından şikâyet ederek şöyle seslenir:
“Donanma, orda yürürken muzafferen ileri,
Üzengi öpmeye hasretti Garb’ın elçileri!
O ihtişamı elinden niçin bıraktın da,
Bugün yatıp duruyorsun ayaklar altında?
“Kadermiş!” Öyle mi? Hâşâ, bu söz değil doğru:
Belânı istedin, Allah da verdi... Doğrusu bu.” (s:267)
Vaiz Türk erkeğinin kader ve tevekkülü yanlış anladığına, çalışmak yerine tevekkül edip “zavallı dini maskaraya çevirdiğine”, çoluk çocuğu aç sürünürken, kendisinin kahveye gidip keyfine baktığına, işleri Allah’a havale ettiğine, her şeyi Allah’tan beklediğine alaycı bir ifade ile dikkat çeker. Çocuklara bakan, her derde deva olan, hala, bacı, dadı, vekilharç, gemi kaptanı, eczacı, aile doktoru, asker, kumandan, velhasıl herşey olan O’dur, yani Allah’tır. O zaman vaiz sorar:
“Ya sen nesin? Mütevekkil! Yutulmaz artı bu!
Biraz da saygı gerektir...Ne saygısızlık bu!
Huda’yı kendine kul yaptı, kendi oldu Huda;
Utanmadan da “tevekkül” diyor bu cür’ete... Ha?” ( S : 268 )
Vaize göre, bu insanlar “tevekkülü” Allah’a “tahakküm” anlamakta; herşeyi ondan beklemekle, kendi sorumluluklarını Allah’a yüklemekle son derece saygısız ve sorumsuz davranmaktadırlar.
Sonraki bölümde de vaiz kader ve tevekkülü yanlış anlayanlara Hz. Ömer ile Ebu Ubeyde arasında geçen bir olayı anlatır ve sonunda kaderin körü körüne tevekkül demek olmadığı düşüncesini bir kez daha vurgular.
Vaiz bu defa azim ve tevekkülü birlikte ele alır. Tembellik eden adamın azimle işi olamayacağını Sadi’nin hoş bir hikâyesiyle anlatmaya çalışır.
Vaiz konuyu daha iyi açıklamak için bu defa Sadi’den güzel bir hikâye anlatır ve hikâyeyi şöyle sonuca bağlar:
“Dolaş da yırtıcı arslan kesil, behey miskin!
Niçin yatıp, kötürüm tilki olmak istersin?
Elin kolun tutuyorken çalış, kazanmaya bak!
Ki artığınla geçinsin senin de bir yatalak.” (s:274)
Bilinçsizce tevekkül ve cehalet dinimizin hurafelerle dolmasına neden olmuştur. Şeriat yıkılmış, yerine bambaşka bir bina kurulmuştur. Hatta Hz. Peygambere atfedilen binlerce saçma sapan söz uydurulmuştur. Bunları vazederken sevab kazanacağını ümit edenler bile vardır. Hâlbuki Hz. Peygamber kendi ağzından bile bile hadis uyduranların yerinin cehennem olacağını bildirmiştir, ama bazı edepsizler yalan uydurmaya devam etmektedirler. Vaiz, insanları doğru yoldan uzaklaştıran, kutsal kitabı ayaklar altına alan, şeriata kirli elleriyle zarar veren, dini hurafelerle dolduran bu insanlardan Allah’ın ahirette hesap soracağını belirtir.
Diğer bölümde, bu tür insanların çırpındıkça daha da batacaklarına işaret eden vaiz, her şeye tembelliğin sebep olduğunu vurgular. Zavallı milletin dikkati dağınıktır. İlimle, bilimle ilgilenen yoktur. Sanayi, ticaret ve ziraattan de fayda beklenmemelidir. Millette bir miskinlik, tembellik, isteksizlik vardır. Hâlbuki çalışmak için önce istek lâzımdır. İstek olmayınca ilerleme de olmaz. Medeniyet dinle kucaklaşmalıdır. Bilim olmadan bir şey olmaz. Süveyş Kanalı’nı açan Fransız, bu işi bir ömür boyu ilim tahsil ederek başarmıştır. Bir insanın her şeyden anlaması mümkün değildir. Bizde ise maalesef iş bölümü yoktur. Bir adam, bakarsınız sabahleyin filozof, ikindi üstü fıkıh üstadı, akşam nezih bir edib, yarın tarihçi, öbür gün siyasetin kurdu oluverir. Kısacası, bukalemun yaratılışındaki züppelerin elinde maskara olduk. Fakat bu maskaralıklar böyle devam etmez, nemelazımcılıkla da iş bitmez. Milletçe fedakârlık etmek bir ihtiyaç hâline gelmiştir artık.
www.dersturkce.com
2024