MONA ROZA ŞİİRİ ÜZERİNE
Büyük şair, edebiyat ve düşünce adamı Sezai Karakoç, Monna Rosa şiiri ile ilgili konuştu ve “Bir daha bu şiirle ilgili hiçbir şey söylemeyeceğim” diyerek o ölümsüz dizeleri anlattı.
Yıllardır Sezai Karakoç’u ziyaret edenler neler anlattığını gizlemeyi tercih ederken, o ziyaretçilerden biri edebiyat dünyası için önemli gelişmeyi aktarmadan edemedi.
Daha önce de birkaç kez üstadı ziyaret eden Süleyman Dinçer, son ziyarette anlattıklarını yayınlanamanın daha uygun olduğuna karar verdi ve Edebiyat dünyasının merakla beklediği bu bilgileri paylaştı.
Karakoç önce Nevruz’la ilgili düşüncelerini açıklıyor ve bu olayın hakkıyla anlatılamadığından şikâyet ederek, “Nevruz, İslam Coğrafyasının baharıdır” diyor….
Daha sonra Karakoç’un ziyaretine ilk kez giden bir genç, izin isteyerek oradaki herkesi şoke eden bir konuya dalıyor ve “Monna Rosa olayının iç yüzünü anlatmasını” rica ediyor…
Ve Sezaî Karakoç, basında ilk kez yer alacak anlatımıyla, Mona Rosa şiirinin öyküsünü anlatıyor.
İşte Süleyman Dinçer’in anlatısıyla Sezai Karakoç’un ağzından Mona Rosa’nın öyküsü:
Hafta sonu bir grup arkadaşımla ünlü fikir adamı ve yeryüzünün yaşayan en büyük şairlerinden Sezai Karakoç’u ziyarete gittik. Üstadı arada ziyaretine gider hasbihaline katılmaya çalışırım.
Süzen gözlerle bakar, kısa kısa değerlendirmeler bulunur ve kimse soru sormadan yanında oturur. Yaşlılığının verdiği yorgunluğunu ve fikriyatının ağır yükünü gözlerinden okuyabilirsiniz.
Ama bu sefer bir başkaydı adeta Üstat. Yeni tıraş olmuş, takım elbisesini giymişti. Bir hayli hareketliydi. Gülen yüzü beni de heyecanlandırdı.
Sohbete geçecektik ki ezan okundu. Ortamdakilerle beraber ezanı dinledik ve Karakoç ‘’Siz rahatsız olmayın ben namazıma durayım’’ deyip oturduğu koltuktan kalktı ve namaza başladı. Namaz bitti kazaya durdu. Namazı bittikten sonra sohbet başladı.
Önce hiçbir şey sormadan kendisi girdi söze ‘’Bu Nevruz’u hiç anlayamadık, anlatamadık’’ diye.
Devam etti. ‘’ Nevruz, İslam Coğrafyasının baharıdır. Sorun bakalım eskilere Nevruz’u nasıl kutlarlarmış. Bir de şimdiye bakın. Söz gelimi o terör örgütü yılın her günü eylem yapsa o Nevruz günü eylem yapmamalı. Çıkartsalar eskileri televizyonlara bakın neler anlatır, Nevruz ile ilgili.’’
Belli ki üstat Sezai Karakoç’u bir hayli üzmüştü son Nevruz olayları. Anlattıkça anlattı ve gündemde var olan konulara değindi. Tam konuşurken bir arkadaşımız bir şey sormak için Üstattan müsaade istedi.
İlk defa Karakoç’u ziyarete gelen bu arkadaşım ‘’deli cesareti’’ denir ya, bu zamana kadar kimsenin soramadığı o soruyu birden soruverdi.
‘’Üstat, Monna Rosa’yı sizden dinleyelim. Nedir işin aslı ?’’
Ben arkadaşıma kızgın gözlerle bakıp orada bulunan birçok kişi gibi gaf yaptığını düşünürken Sezai Karakoç hafif bir gülümseme ve derinlere bakan bir bakışla o şiirin hikâyesini anlattı.
İşte Karakoç’un dilinden o hikâye:
19 yaşındaydım. Heyecanlı bir genç. Şiirde yeni bir dönem başlamıştı. Ölçüsü olmayan vezinsiz, kafiyesiz şiirler yazılmaya başlanmıştı. Hece ölçüsü de bitmişti. Serbest şiir yazılıyordu. O dönemin bu serbest şairleri, eski dönemleri kötülüyordu.
Tabi isterdim ki öz edebiyatımız olan divan edebiyatı ile yazılabilsin şiirler. Ama tek başıma ben aruzu getiremem ya. Aruzu geçtim hecede gidiyordu artık. O dönem dedim ki hece ile bir şiir yazayım. Bu serbestçi şairler divanla dalga geçiyordu. Gül bülbül, gül bülbül başka bir şey yok diyorlardı.
O dönemde şiirlere yabancı isim verme geleneği vardı. Birde bu serbestiler gül ile dalga geçince bende ‘’Monna Rosa’’ koydum şiirin adını. Tek gül anlamında bir şey. Tamamıyla kendimi denemek için yazdım şiiri. Akrostiş şiir yazma modası vardı birde. Genç şairler çok hevesliydi akrostiş şiirler yazmaya. Ben de gencim tabi, hem hece ölçüsüyle olsun hem de akrostiş olsun diye bir şiirde ben kaleme aldım.
Okuldan bir arkadaşımın ismiyle yazdım. (Bir an duraksadım orada. Aşk şiirlerinin en güzel örneklerinden biri olan Monna Rosa’yı şiir yapısında bir şeyler denemek için bir arkadaşının adıyla yazdığını söylemişti Karakoç. Yoksa bir aşkı gizlemek için mi böyle söylüyordu ?)
Bir gün mülkiyede o zaman ikinci sınıftayım Ankara’nın meşhur bir kırı var Söğütözü diye oraya gittik. Bir bahar günüydü 20 Nisan. Yazdığım şiirden birkaç yakın arkadaşım haberdardı. O kır gezisinde oku diye tutturdular. Tabi diğerleri de oku dinleyelim deyince ısrarlı oldular okudum. Tabi beğendiler. Sonra döndük akşam. Öbür gün bizimle birlikte kır gezisine katılan 3.sınıflardan bir arkadaş vardı yanıma geldi. Kendisi mülkiye de Yeşilay başkanı idi. Ben de içkiye karşı diye severdim bu kişiyi.
Bu geldi ‘’Sezai o şiiri rica edebilir miyim’’ dedi. Verdim ben de. Aradan on ya da on beş gün geçmedi dönemin Hisar Dergisi yöneticileri geldiler. Beni çağırttılar okuldan, oturduk konuştuk.
O arkadaş şiirimi bunlara ulaştırmış. Şiirimi çok beğendiklerini söylediler, bir de ya acaba şurasını şöyle mi değiştirsek böyle mi yapsak diye bana soruyorlardı.
Şiir güzel de bunlar büyük edebiyatçılar ya illa bir yanlış bulmaya çalışıyorlar. (Gülüyor)
Şiirin yayınlanması konusunda hiçbir şey konuşmadık ki ben şiirimin yayınlanmasını asla istemiyordum.
Ama 1952 Haziran’ında Hisar Dergisinde şiiri yayınladılar. Bana yayınlanmasından bahsetmediler. Çok beğenildi şiir.
Sonra Hisar’a birkaç şiir daha verdim sonra da vermedim. Çünkü fikirlerime uymayan bir dergiydi sadece edebiyat yapıyorlardı. Şiir yayınlandı elden ele dağıldı.
30 SENE KİMSE ŞİİRİN AKROSTİŞ OLDUĞUNU ANLAMADI…
Şiiri herkes çok beğendi. Ama kimse 30 sene boyunca akrostiş olduğunu fark etmedi. Ben şiirimi kıta olarak yazdığım için kimse anlamamıştı akrostişi.
Bir gün Hisar Dergisi kapanınca, Hisar Dergisini anmak isteyenler bir araya gelmişti Ankara’da. O buluşmada Hisar dergisinin sahibine bir arkadaşı benim şiirim üzerine konuşulurken ‘’o şiir akrostiş’’ demiş. Tabi Hisar’ın sahibi şaşırmış ‘’ya olur mu öyle şey diye’’. Ta 30 yıl sonra tartışmaya başlamışlar. (Gülüyor) Hadi bakalım demişler şiire. Sonra incelemişler akrostişi fark etmişler tabi.
Sonra o dergi sahibi bunu radyo da anlattı ‘’Şiir akrostiştir’’ diye. Tabi bu durum benim kulağıma da çalındı. Ama sanmayın o adam şiiri inceleyip de şiirimin akrostiş olduğunu anladı. Bu olaydan iki hafta önce bir yakın arkadaşıma şiirin akrostiş olduğunu açıklamıştım. O da yakınına paylaşmış. Öyle öyle derken çıktı durum ortaya. Yoksa bir 30 sene daha beklerlerdi şiiri anlamak için.
(Monna Rosa’nın hikayesini büyük bir ilgi ile dinliyorduk. Ama bir şeyler eksikti sanki. Arkadaşta bunu fark etmiş olacak ki bir atılganlık daha yapıp ‘’Ama Üstadım..’’ diye söze başladı. Ama Üstad Sezai Karakoç ‘’Ben konuşuyorum. Daha bitmedi.’’ deyip arkadaşımızın soru sormasını engelledi. Soru belliydi aslında yazılanlar çizilenler ve bu şiirin ana karakteri Muazzez Akkaya. Karakoç da anlamıştı sanki bu soruyu ama soru sorulmasına izin vermeden devam etti.)
Şiirin akrostiş olduğu çözüldü. Sonra da herkes bir rivayet uydurdu. Şiiri mülkiye de okumuşum da birisi intihar etmiş. Ne şiiri mülkiye de okudum. Ne de birisi intihar etti. Şairinin reddettiği şiir diyorlar.
Hepsi uydurma. Birisi benim yüzümden intihar etse ben yaşayabilir miyim?
İşte böyle bir daha bu şiirle ilgili hiçbir şey söylemeyeceğim ilk ve son…
Ne Muazzez Akkaya’nın ismini andı Sezai Karakoç ne de bir aşktan bahsetti. Belki o zihinlerdeki hikâyelerin hepsini yıkıp geçti. Ne nedir bilinmez ama Sezai Karakoç’un dilinden ‘’Monna Rosa’’ böyle…
www.dersturkce.com
2024