MEHMET ÂKİF’E DAİR HATIRALAR
YAKINDAN TANINMANIN TEHLİKESİ
Yakından tanınmak insan için tehlikelidir, derler. Âkif’in hayatı böyle bir tehlike bilmez. Yakından tanınmak onun hakkında kazançtı. Ona karşı mesafe haindi. Cemiyetten eve kaçan, caddeden sokağa kaçan, şehirden kıra kaçan, insandan kitaba kaçan Âkif, uzaktan sevimsizdi; o, yakından güzeldi: İyi adamın güzelliğiyle, ferâgatin güzelliğiyle, sâhici şereflerin topunun güzelliğiyle güzeldi.
Bilhassa, hayatta bazı müşterek mefhumları bilmemek, ona vahşi bir güzellik veriyordu: Âkif’in bilmediği müşterek mefhumların başında menfaat vardı. Menfaatın ümmîsi idi. Birinci Cihan Harbi’ndeki açlık bile Âkif’e menfa’atı öğretemedi.53
v
AKTÖR MÜ, KAHRAMAN MI?
İlk tanıdığım zaman ona inanmadım: Bir insan bu kadar temiz olamazdı. Fena aktör, melek rolünü oynamaktan bir gün yorulacaktı. Gayri tabiî bir faziletten yorulan yüzünü bir gün görecektim. Fakat otuz beş sene bu gün gelmedi.
Otuz beş sene onun yanından her çıkışımda, kendime hep bu sualleri sordum: Bu tevâzu, kendi kendini inkâr derecesine nasıl çıkıyordu? Mahrûmiyetlerden yılmayan seciyesiyle, kendisini nasıl kahraman sanmıyordu? Onu yakından tanıyanlar için, her geçen gün, nasıl onun lehine geçen bir gün oluyordu? Onun temizliği yanında insan kendi günahlarından muzdarip olurken, o, kendisinin sizden başka olduğunu nasıl görmüyordu?
Onda bütünlük vardı: Kininde de, evlatlık, babalık, kardeşlik kuvvetini alan dostluğunda da, bütünlük... Dostunu, sevmek kelimesinin noksansız mefhumuyla seviyordu: Öldüğü zaman, düştüğü zaman, dünya aleyhine döndüğü zaman, yanında olmadığı vakit ve sevmeyenlerin yanında bulunsa bile.54
v
SELAMUNALEYKÜM KÖR KADI!
Öyle sanıyorum ki, çocukluğunda Âkif’in terbiyesiyle meşgul olanlar, bir âlimin koyduğu şu kaideyi bilmiyorlardı: “Çocuğa en evvel iki şey öğretmeli: İç sıkıntısına katlanmayı ve haksızlığa tahammül etmeyi!”
Âkif iç sıkıntısına tahammül ediyordu: Çünkü içi sıkılmıyor, kendisi kendine kâfi geliyordu. Yalnız, dediğim gibi, çocukken, kendisine, “haksızlığa katlanmak” temrinleri yaptırılmamış olacak ki, havsalası bir türlü haksızlığı almıyordu. Bu fena terbiyeden âsî bir şair çıktı. Ona bazan:
“Her cereyanın önünde bir hayır! edatısın!” diyor, bazan da yüzüne karşı söyleniyordum:
“Bütün hayatın, Selamunaleyküm kör kadı!”
“Gördüğümü söylemeyeyim mi?”
“Tabiî ki söyleme... Kadı’nın sol gözü körse sağ tarafından bak ve sağlam gözünü gör!”
“İki gözü de körse?”
“O zaman da önüne bak!”
Fakat bu dimdik alın, önüne bakacak kadar da eğilemiyordu.55
v
TEMİZ AHLAKLI GENÇ
Âkif’in mektep tahsili zamanlarında en açık ve candan görüştüğü Sabri Sözen Bey merhumun bize kuvvetle te’min ettiğine göre “Mehmed Âkif Bey içki kullanmamıştır. Onun nezâhati, terbiyesi, seciyesi, akranları içinde mesel-i sâir olmuştu. O, bir karıncayı bile incitmedi. Çok temiz, çok hayırhah, çok namuslu bir gençti...” 56
v
SPORCULUĞU
Âkif, gençliğinde deniz yarışlarında, yaya koşularında, atlama müsabakalarında hep birinciliği kazandı. Saatlerce kürek çeker, Boğaz’ı yüzerek geçerdi. O iyi taş atardı. Ankara’da bulunduğu zamanlarda tatil günlerini bu gibi idmanlarla geçirirdi. O vakit bile binnisbe daha genç ve daha idmanlı bazı arkadaşlarına tefevvuk ederdi.
Değirmen arkının en geniş yerlerinde öyle bir atlayışı vardı ki, insan helecandan bakamazdı.57
v
BENLİĞİNDEKİ KUVVET
Sağlam yaratılan bu adamı kendi adalâtı sımsıkı bağlamış, hiçbir zevkin, sefahatin güzel elleriyle bu bağın kördüğümleri gevşetilmemişti. Kuvvetli bünyesi, maden ocağında yatan, insan eli değmemiş demir kadar sertti, bakirdi. Kumar, kadın, içki gibi insan etini pelteleştiren hazları Âkif bilmiyordu. Hayatı, her sabah yeniden başlayan bir mahrûmiyetti. Onda ne politika ihtirası, ne mevki hırsı, ne kadın ve kumar hazzı vardı. Kuvvetli bünyesinin beynine topladığı fazla kan damlalarını bu ihtiraslara, bu hırslara, bu hazlara nail olmanın verdiği serinliklere dağıtmıyordu. Ve beynindeki bu terâkümler bünyesinin kuvvetiyle birleşti; benliğinden iman hâlinde fışkırdı. Onun içindir ki îman şiiri söylediği zaman eserinde Süleymaniye şaha kalkıyor sanırsınız. Gene onun içindir ki İstiklâl Marşı’nı yazdığı vakit şâir kendisini bile geçti.58
v
SEVDİKLERİ
Mehmed Âkif yalnız Cenâb-ı Hakk’a, Hazret-i Peygamber’e, eâzım-ı eslâfa, cemiyete, insâniyete ve bilhassa insâniyete ilân-ı aşk etti. Cânandan, hicrandan şikâyete bedel, hemcinsine râci mahrumiyetlerden, sefaletlerden ve bilhassa İslâm’ın dûçâr olduğu musibetlerden feryâd eder. Bu büyük şair, tabîatin mehâsininden, eşcâr ve ezhârın güzelliklerinden, güzel çehrelerden aldığı mâye-i tehassüsü daima gizlemiş, ketm edemediklerini cemiyetin elvâh-ı mukadderâtına mezc etmiştir. O, Süleymaniye Cami’inin kubbesini Himalaya dağlarının en mürtefi zirvesinden daha yüksek görür.59
v
VATAN SEVGİSİ
Vatanı o derece kendinindi ve o kadar güzeldi ki, Çamlıca gibi yüksek bir noktadan memleketine bakınca gurur duyuyordu.
Fatin Efendi’ye misafir gelen bir Avrupalı, İcâdiye tepesinden İstanbul’a bakarak hayran olduğu gün orada olan Âkif, sapsarı oluyordu.60
v
SEVMEDİKLERİ
İki adamı sevmezdi: Fazla terbiyeli ve fazla terbiyesiz olanı.
Nezaket, ona insanların gizlenmeye muhtaç olan bir taraflarını örten bir şey gibi görünüyordu.
Gözünde, fazla nâzik olan adam, gizli adamdı.61
İki yüzlülere garazdı. Fakat yaşı ilerledikçe:
“İki yüzlüleri artık sever oldum; çünkü yaşadıkça yirmi yüzlü insanlar görmeye başladım.”
Diyordu. Ve yaşlandıkça herkesten kaçıyordu. Daha yaşasaydı, yalnız kalacaktı; cemiyetle karşı karşıya tek bir adam.62
v
ALENEN DÜ?ÜNEN ADAM
Âkif vitrin-adam değildi. Önünden geçenler onu göremezdi. Âkif’i görmek isteyenler içine girecekti.
O, alenen düşünen adamdı. Düşünmekle söylemek arasında mesafe vardır. O, bu mesafeyi kaldırdı: Onun bir şey söylemesi demek, o şeyi alenen düşünmesi demekti.
O, içtimâi kabadayı idi. Kendi fikrinden korkmak, kendi yüzünden korkmak onda yoktu: Ne fikri, ne yüzü, hayat boyunca onun için değişmedi.63
v
MİNARE VE EYFEL
Adam vaktiyle sarıklıydı. Bir aralık Paris’e tahsile gitmiş, büsbütün derin bir kibirle dönmüştü. ?evki Hoca’nın evinde birgün Âkif eski sarıkla yeni azameti yanyana koyarak adama:
“Siz, dedi, insanlara eskiden Fatih minaresinden bakardınız; şimdi Eyfel kulesinden bakıyorsunuz.”64
v
“BİR KUSURU”
Bence Âkif’in ahlakî meziyetleri, insanî vasıfları, şiirinden de, malumatından da yüksektir. Âkif’in bir kusuru, bir baş belâsı vardı ki, o da sırf “Mefkûresinin adamı olmak”tan ibaretti. İşte onun içindir ki hiçbir yerde barınamamıştır. Bunu bir meziyet olarak kabul eden, yahut bu kusurunu hoş gören, yahut fikri fikrine uymak itibariyle bu kusurunu nazar-ı itibâra almayan, bu sebeple kendisini himayede bir beis görmeyen bir zâta tesadüf etmeseydi; âkıbeti daha çok hazin olurdu. Çünkü insanlar, hiçbir mefkûre sahibini, hâl-i hayatında takdir edememişlerdir.65
v
BİR TEVAZU VAK’ASI
Üstad çok mütevazı idi. Gösterişi hiç sevmezdi. Sırası gelmeyince ilmini bile izhar etmezdi. Mükemmel Fransızca bildiği halde söz arasına Fransızca bir kelime karıştırdığı ömründe vâki değildi.
Zâhir-i ahvâli de ilmini, irfânını gizleyebilmeye müsâid. Onu yakından tanımayanlar, onun eserlerini bilip okumayanlar, onu görünce hiçbir şey anlamazlar. Çok zaman fesi kalıpsız, pantolonu ütüsüz, boyunbağı gelişigüzel bağlanmış, sakalı uzamış gezerdi. Çizme biçiminde, fakat yumuşak deriden hususî surette yaptırdığı mestleri vardı. Pantolonun paçalarını içine koyardı. Mestleri dizlerine kadar uzundu. Bilhassa harekât-ı milliye zamanında Anadolu’da hep böyle gezerdi. Fakat son derece temizliğe itina ederdi. Tanıdıkları tarafından, tanımayanlara:
“?âir Mehmed Âkif Bey!”
diye tanıştırıldığı zaman, muhâtabı bir müddet hayret içinde kalırdı. Adeta inanamıyordu. Bu kalıp kıyafetin içinde o dehâ-yı şi’r ü edeb nasıl olur? Tereddüde düşerdi.
Üstad da bunu hissetmez değil, fakat nedense hiç aldırmazdı. Hattâ zannedersem hoşuna da giderdi.
Üstad’ın Eğinli bir arkadaşı var. Beşiktaş’ta oturuyor. Üstad ara sıra onu ziyarete gider. Eğinlinin ahbabları da gelir. Bunlardan bir tanesi, Üstad’ı ya bir kasap, ya bir et müteahhidi zannediyormuş.
Birgün Üstad’a Dârülfünûn kapısında rast gelir. Ahbabın ahbabı diye bir tanışıklık var ya. Bu kasabın, yahut bu et müteahhidinin burada bulunmasını merak eder. Merhabadan sonra:
“Hayrola! Buraya niçin geldiniz?”
“Ders için.”
Anlayamaz. Biraz durur. Üstad’ın yüzüne dikkatle bakar. Kendi kendine: “Allah Allah, der, bu yaştan sonra, bu saç sakalla Dârülfünûn’a devam. Çok tuhaf şey! Belki adamcağıza ilim hevesi gelmiştir. Ama talebe de olamaz. İhtimal, dersleri dinliyor...” İçinden gülerek, şaşarak:
“Sâmi’în sıfatıyla mı?” der. (Sâmi’: Dinleyici)
“Hayır.”
Yine anlayamaz. Düşünmeye, Üstad’ı süzmeye başlar. Gülümseyerek:
“Yoksa talebe mi kayd oldunuz?” der. Üstad’ın verdiği cevap, yine:
“Hayır.”
Üstad’ın muzipliği görülüyor ya. Karşısındakinin alayı ile, düşünüşü ile eğleniyor. Adamcağız şaşırdıkça şaşırıyor. Adeta kızar. Sert bir sual fırlatır:
“Ya ne diye buraya geliyorsunuz?”
Sanki Üstad ona hesap vermekle mükellefmiş. Ama Üstad hiç kızmıyor. Bıyık altından sadece gülüyor. Gayet soğukkanlılıkla cevap veriyor:
“Müderris sıfatıyla.”
Adamcağızın hayreti artar. Bu nasıl müderris olur, diye düşünmeye başlar. Bir türlü havsalasına sığdıramaz. Bir ihtimal daha hatırına gelir:
“Belki vekâleten olacak!”
Üstad yine aynı soğukkanlılıkla ve gayet kısa:
“Hayır, asâleten” der.
Adamcağız büsbütün şaşkınlaşır. Artık söyleyecek söz bulamaz.
“Allah Allah!” der, çekilip gider. Üstad da:
“Güle güle!” diye onu uğurlar... Üstad diyor:
“Herif bana müderrisliği bir türlü yakıştıramadı.” 66
v
BİZ SÖZ VERDİK, SİZ OTURUN!
Bir gün Çengelköyü’nde oturduğu Fıstıklı Köşk’te birleştik. Oradan bir yere gidecektik. Vapurun hareketine de pek az kalmıştı. Bir de baktık, Hüseyin Kâzım, Fatin Hoca, daha bir iki kişi çıkageldiler. Üstad onlara buyurun dedi, her birine ayrı ayrı iltifattan sonra:
“Müsaadenizi rica ederim. Biz Âsım’la bir yere gidiyoruz. Söz verdik. Mazur görünüz. Siz buyurun, istirâhat edin. Başka gün yine görüşürüz inşaallah...”
Dedi. Çıktık. Misafirler evde kaldı. Sür’atle yokuşu indik, vapura yetiştik. Bu hareketi benim havsalam pek almadı.
“Üstad, dedim, bu tuhaf bir iş oldu!”
“Hayır, hiç de tuhaf değil. Söz verdik, bizi bekliyorlar. Her medenî insanın bunu kabul etmesi tabiîdir. Hele Hüseyin Kazım böyle şeyleri pekâlâ bilir, tabiî görür.”
Hakikaten birkaç gün sonra Hüseyin Kâzım Bey’i gördüğüm zaman Üstad’ın bu hareketini pek tabiî gördüğünü, hattâ takdir ettiğini anladım.67
v
SÖZ VERMEK NE DEMEKTİR?
Ben Vânîköyü’nde oturuyordum. Kendisi de Beylerbeyi’nde. Bir gün öğle yemeğini bende yemeyi kararlaştırmıştık. Öğleden bir saat evvel bana gelecekti. O gün öyle yağmurlu, boralı bir hava oldu ki her taraf sel kesildi. Merhum yürümeyi severdi. Havanın bu haliyle karadan gelemeyeceğini tabiî gördüm. Mîâddan biraz evvelki vapurdan çıkmadı, diğer vapur bir buçuk saat sonra gelecekti. Yakın komşulardan birine gittim. Vapur gelmeden döneceğimi de hizmetçiye söyledim. Yağmur devam ediyordu. Vaktinde evime döndüm, bir de ne işiteyim, bu arada sırılsıklam bir halde gelmiş, beni evde bulamayınca, hizmetçi ne kadar ısrar ettiyse de durmamış, “Selâm söyle” demiş, o yağmurda dönmüş gitmiş! Ertesi gün kendini gördüm. Vaziyeti anlatarak özür dilemek istedim, dinlemedi. “Bir söz ya ölüm veya ona yakın bir felâketle yerine getirilmezse mâzur görülebilir” dedi. Benimle tam altı ay dargın kaldı.68
v
DÜ?ENDEN İNTİKAM ALMAK
Hiç unutmam, birgün en taşkın bir zamanımda Âkif bana bir ders verdi. ?imdi ne vakit acze düşmüş bir adam görsem, onun sözleri karşıma dikilir.
Meşrutiyet yeni ilân edilmiş. İstibdat ricâlinden intikam alınacağı gün gelmiş. Hürriyet gençleri cemm-i gafîr hâlinde dolaşıyor; nâzırları, yüksek memurları aşağı çağırıyor, tahlif ediyor, icap ederse tahkir ediyorlar...
Bizim Ziraat Nezâreti’nde Ermeni milletine mensup irtikâb ve irtişâsıyla meşhur bir zat vardı. Bir baytar da ona vaktiyle seccadeler göndermiş, bu da hepimizce malum. Bir sabah nezârete geldik. Bir de ne göreyim, bu herifler bizden evvel davranmış, kalabalığa karışmış, “Adâlet isteriz!” diye bağırmıyorlar mı? Beynim attı. Hiddetimden çıldıracaktım. Gidip o cemm-i gafîr ortasında bu heriflerin kulaklarından tutup teşhir edecektim. Merhum hâlimi gördü, fena bir niyette olduğumu anladı.
“?efik bu ne hal?”
“Ne olacak! ?u heriflere baksana, kalabalığa karışmış, adâlet diye bağırıyorlar. Onların ne mal olduklarını göstermeye gidiyorum.”
Kolumdan tuttu:
“?efik dedi, onu vaktiyle yapmak gerekti. ?imdi onlar acze düşmüştür. Madem ki o zaman sustun, şimdi onların bu düşkün zamanında intikam almak mertlik değildir.”
Birdenbire sarsıldım. Dondum kaldım.69
v
BU ÇANAKKALE NE OLACAK?
Ömer Lûtfi Bey anlatıyor: Berlin’de merhumun en büyük endîşesi Çanakkale idi. Gece gündüz Çanakkale cephesini düşünürdü. Her sabah tekrar ederdi:
“– Ömer Bey, bu Çanakkale ne olacak?”
“– Allah bilir amma vaziyet tehlikelidir. Askerlik noktasından düşünülünce ümid yok. Ancak fen kaidelerinin hâricinde, fevkalbeşer bir şey olmalı ki dayanabilsin.”
Ben böyle dedikçe:
“– Eyvah, son istinadgâhımız da yıkılırsa ne olur?”
Diyerek çocuk gibi gözlerinden yaşlar dökülmeye başlardı. Çanakkale için ağlamadığı gün yoktu. Ben kavâid-i harbiyeden bahsettikçe canı sıkılırdı. Onun böyle askerî muhâkemelere tahammülü yoktu. O, dâima kat’î bir kelime isterdi.
“– Bütün dünya toplanıp hücum etse yine Çanakkale sukùt etmez!”
Onun büyük îmanı başka bir ihtimâle müsâid değildi. Onun için tehlikeden bahsettikçe havsalası yanardı. O zaman ben de kavâid-i harbiyeyi bir tarafa bırakır, kendisini teselli ederdim. Ne dersiniz bu sözlerim karşısında çocuk gibi sevinmez miydi?
Benim onda gördüğüm yurd sevgisi, o kadar yüksekti ki onu tasvir mümkün değildir.70
v
MİLLÎ MÜCÂDELE
Kurun gazetesi başmuharriri Âsım Us anlatıyor:
Anadolu hareketinin ilk başladığı sıralarda idi. Bir gün Bâbıâli caddesinde Sebîlürreşâd idarehanesinde birkaç kişi konuşuyorduk. Hâzirûndan biri Anadolu hareketinin bir İttihatçılık eseri olduğunu söyledi.
O zamana kadar düşünceli bir tavır içinde hemen hiç söz söylemeyen merhum Âkif birdenbire heyecanlandı; bu sözü söyleyene dönerek:
“– Hayır, dedi; artık buna da İttihatçılık denemez. Bu memleket meselesidir. Buna herkes el birliğiyle sarılmalıdır.”
O zaman Âkif’in bu sözü benim içime büyük bir ferahlık vermişti. Bunu hiçbir zaman unutamam.71
v
BİLDİĞİNİ İYİ BİLİRDİ
Üstad bildiğini iyi bilirdi, bilmediği şeye de hiç karışmazdı.
Hilvan’da Dârülfünûn müderrislerinden Abdülvehhâb Azzâm’ın evine gitmiştik Ezher hocalarından da birkaç zat vardı. Lügata dâir bir bahis açıldı. Ezherlilerin nokta-i nazarına Üstad itiraz etti. “O kelimenin mânası şöyle olsa gerek?” dedi. Ezherliler fikirlerinde isrâr ettiler. Abdülvehhab Azzâm, Kàmûs’u getirdi. Kelime Üstad’ın dediği veçhile olduğu anlaşıldı.72
v
FRANSIZCA BİR MAKALE
Hüsnü Açıksöz anlatıyor: “Birgün idarehanede oturuyoruz. O vakitki İstiklâl Mahkemesi âzâlarından iki zat ellerinde Fransızca Tan gazetesi olduğu halde geldiler. Bu nüshada Kuvâ-yi Milliye hakkında sitâyişkâr yazılar vardı. Fransızca makaleyi cümle cümle okuyarak tercüme etmeye, bana da Türkçesini yazdırmaya başladılar. Fakat aralarında kelime ve cümle tercümeleri hakkında ihtilâf baş gösterdi. O zamana kadar pencereden dışarıyı seyreden Üstad, bu münâkaşa üzerine döndü:
“– Müsaade ederseniz ben söyleyim de yazsın” dedi.
Gazeteyi aldı. Fransızcasını hiç söylemeden doğrudan doğruya Türkçesini yazdırdı. Tercümeye savaşan arkadaşlar bunu görünce:
“– Afedersiniz üstad, biz sizi zahmete sokmak istemezdik” dediler.
Halbuki Üstad’ın Fransızca bildiğini zannetmediklerini sonradan bana söylediler.73
v
AVRUPA ÂYETLERİ
Karşısında temerrüd eden bâzı münevverlere:
“Durun, ben size Avrupa âyetleri okuyayım” der; mevzûbahs olan mes’elede Avrupa âlimlerinin neler dediklerini, hangi memleketlerde o mes’elenin ne suretle tatbik edildiğini sayar döker, nihayet muhâtabını yola getirirdi. Üstadın kafasında “Avrupa âyetleri” o kadar çoktu ki!...74
v
HÂFIZASI
Üstad’ın hâfızası şâyân-i hayretti. Ezberlemiş olduğu beyitler, zannetmem ki on binden aşağı olsun. Herhangi mevzu hakkında bir bahis geçse, Üstad ona dâir birçok beyitler okurdu. Herhangi kasideden bir parça okunsa, altını üstünü tamamlardı. Bütün divanları kimbilir kaç defa tekrar etmişti.
Yalnız Türk edebiyatında değil, Arabî, Fârisî edebiyatında da böyle idi. Hemen bütün meşhur kasideler, şiirler mahfûzu idi. Herhangi bir kaside, yahut bir rubâi, bir beyit okursanız size onun şâirini bile söylerdi.
Bunları ne vakit okumuş, ne vakit ezberlemiş, nasıl ezberlemiş... İnsan hayretler içinde kalır.
Dârülfünûn’da dersine devam edenler Üstad’ın bu müdhiş hâfızasını çok iyi bilirler.
Üstad ders okuturken eline kitap almazdı. Herhangi bir kasideyi, herhangi bir şiiri ezbere tahtaya yazar, yahud yazdırır, sonra onu tahlil ederdi. O münasebetle o mevzua müteallik birçok şeyler okurdu. Bir fikri muhtelif şâirlerin ne suretle ifâde ettiklerini gösterir, talebesini hayretler içinde bırakırdı.
Derste yalnız kendi şiirlerini okumaz, kendisinden bahsetmezdi. Onu ayıp telâkki ederdi.75
v
HAZIRCEVAPLIĞI
Üstad çok hazırcevaptı. Çok söylemezdi. Fakat sırası gelince de söylememezlik etmezdi. Söylediğinizin hemen cevabını alırdınız. Ya kısa birkaç kelimelik cevap verir, yahud “Fıkra gelsin mi?” der, bir fıkra anlatırdı. Fıkraları o kadar yerli yerinde, o kadar güzel anlatırdı ki meclisdekilerin hepsi dikkat kesilerek dinlerlerdi.76
v
“TEDAVİ İÇİN Mİ?”
Üstad, Hilmi, ben, birgün Tâceddin dergâhında oturuyorduk. Kapı vuruldu. Baktık, birinin elinde boynunu sarkıtmış bir hindi.
Üstad:
“– Tekkeye kurban geldi!” dedi.
“– Salih Efendi selâm söyledi. Bu hindiyi size gönderdi.”
Hindi pek bîçâre, pek bitik bir halde idi. Üstad:
“– Tedavi için mi?” dedi.
Adamcağız bir şey anlayamadı. Üstad ilâve etti:
“– Oğlum, sen bunu çabuk eve götür de ölmeden Salih Efendi kessin. Korkarım ki yolda can verecek”
Birkaç hafta sonra Sâlih Efendi bu hatâsını tâmir etmek üzere bir dâvet yaptı. Üstad’a mükellef bir ziyafet verdi.77
v
CİMRİLERE ÇOK KIZARDI
Hasislere çok kızardı. Hasis kimselerle katiyyen görüşmezdi. Hasisler hakkında söz açıldı mı, hemen fıkralar naklederdi. Hasislere dâir çok fıkraları vardı:
Baytar ?efik anlatıyor: Meşrutiyet’ten evvel, Âkif Bey, Ziraat Vekâleti’nde memur. Müfettiş Abdullah Bey nâmında hasisliğiyle meşhur bir zat da Âkif Bey’in âmiri. Abdullah Bey, Çengelköyü’nde İcâdiye’de oturuyor. Orada birçok arazisi var. Âkif Bey de İcâdiye’ye her gün yaya inip çıkıyor. Birgün Abdullah Bey’le görüşürken bir beygir almak istediğinden bahseder. Abdullah Bey:
“– Benim beygiri sana satayım” der.
Pazarlık ederler. Üstad beygiri alıp eve götürür. Arpa verir, hayvan arpayı yemez.
Üstad gülerek bunu anlattıktan sonra:
“– Ne dersin, ?efik! Hayvan arpayı tanımadı!” dedi.78
v
BİN TÜRLÜ HALDEN BİRİ
Mehmed ?evket Bey’in babası Hacı Besim Efendi meşhur hasislerden. Vakti hâli yerinde. O zamanın on, on beş bin liralık adamı.
Hacı Besim Efendi hastalanır. Üstad ziyaretine gider. Yerde bir şilte. Yorganı başına çekmiş. Başı ucunda bir tas imâret çorbası. Üstüne bir de fodla kapamış. Hacı Besim bitik bir halde. Gözleri çukura batmış, bet beniz sararmış. Konuşuyorlar:
“– Hacı Efendi, sizi çok zayıf görüyorum. Bir tavuk kesdirseniz de bir çorba yapılsa...”
“– Âkif Bey, sen ne diyorsun!... Dünyanın bin türlü hâli var. Para sarfetmeye gelmez.”
www.dersturkce.com
2024